30 Mart 2010 Salı

KİTAPLAR

Bir kaç gündür Doğan Cüceloğlu' nun ' Keşke ' siz Bir Yaşam için İletişim adlı kitabını okuyorum. Aslında bir günde bile okunabilecek bir kitap. Ama Eren uyuyana kadar okumak mümkün değil. Elimden kitabı alıp kendi kitabını getiriyor ve onu okumamı istiyor. Bu günlerde Sincap Sini nin Kurabiyeleri kitabına takmış durumda. Onca kitabının içinden onu bulup okumamızı istiyor. O yüzden kitap birkaç gündür elimde dolaşıyor. Dili açık ve akıcı. İlgiyle okunuyor, elinizden bırakmak istemiyorsunuz. Herkesin faydalanabileceği ve kendinden birşeyler bulabileceği bir kitap. Hele çocuk büyütenlerin mutlaka okuması gerekir diye düşünüyorum. Herkes için iletişimin önemini, bilhassa çocuk büyütürken nasıl davranıldığı ve nasıl davranılması gerektiği konularında verdiği örnekler çarpıcı. Ve samimi bir dili var aynı zamanda. Samimi çünkü bilgisini ve yüreğini insanlara açmış. Ne güzel etmiş, insanlarda yararlanıyorlar böylece. Yararlanan insanlara ne mutlu diyorum kendimce. Bir başucu kitabı. Diğer kitaplarını da alıp okumalı ne kadar geç kalmış olsam da kendimce.
Kitaptan örnekler vermek isterdim ama izinsiz alıntı yapılamıyormuş.

Başka kitaplar da var evde. Zaman zaman okuyup kendimizi eğitmeye çalışıyoruz ki çocuğa faydalı olalım, doğru davranalım.

Yararlandığımız kitaplar:

Ana-Baba ve Çocuk- Haluk Yavuzer

Anne-Baba Olma Sanatı- İlkim Öz Tan

Akıllı Bebekler Akademisi - Dr.M.Semih Summak
Dr.A.Elçin Gören Summak

Çocuklarla İletişim - Adele Faber
Elaıne Mazlısh

Montessori Eğitimiyle ilgili kitaplar

Çocuğunuzun İlk 6 Yılı - Haluk Yavuzer

21 Mart 2010 Pazar

EREN ALIŞVERİŞTE


Dün alışverişe gittik. Eren'i de beraber götürdük. Ama bu alışveriş tam bir maceraya dönüştü. Eren için mi, bizim için mi onu tam bilemiyorum. Belki hepimiz için. Arabada koltuğuna oturtuyoruz ama kısa bir süre dayanıyor. Kemerleri elinden gelse koparıp atacak. Alın beni buradan diye feryatlar koparacak bu sözcüklerle cümleler kurabilse.Koltuğun ters olması da bunda etkili sanırım. Daha emniyetli diye yönü arkaya bakan koltuk alındı ama, oturunca arkadan gelen arabaları görüyor sadece sanırım arkada araba falan olmayınca sürekli bir boşluğa bakar gibi oluyor. İlgilenecek birşey bulamıyor. Birimiz ne kadar hayal gücünü zorlayıp yeni oyunlar bulsa da sonucu değiştirmiyor. Koltuğa oturmak istemiyor. Ama geçenlerde yaptığımız Ankara yolculuğunda rekoru var: Bir buçuk saat şikayet etmeden oturabilmişti. Dün ise Isparta' ya giderken ve de dönerken yarım saati nasıl geçireceğimizi bilemedik. Bir ara mama sandalyesine de 'zinhar oturmam' davranışları sergilemişti. Aylar sonra birgün hele bir oturtturalım demiştik de hiç itiraz etmeden oturmuştu ki, hala oturuyor ve hoşuna da gidiyor sanki. Belki bir gün bu ters koltuğu da sevebilir, kimbilir.
Öyle böyle markete geldik. Market arabasına da oturmaz. Etrafta kurcalanacak onca şey varken oturur mu?
Alışverişi O'mu yaptı, biz mi anlayamadık. Raflarda ne bulduysa sepete dolduruyor, elinizi çekin sepetten dercesine elimizi sepetten ittiriyor, kendi sürmeye kalkıyor. Hele top raflarını görünce kendini kaybediyor, tüm toplar yerde, hangisiyle oynayacağını bilemiyor. Hiçbirinden de vazgeçmek istemiyor.
Aceleyle ne alınacaksa alınıp, marketten kaçarcasına çıktık.

Bu Eren' le gidilen her alışverişte her daim yaşanan sıradan bir olay olsa da yine de içinde bir macerayı barındırıyor her iki taraf için de. Bize öyle görünüyor.

14 Mart 2010 Pazar

BASINDAN SEÇMELER

Farkında mısınız?

SADIK ÇELİK

Onkolog Uz. Dr. Yavuz Dizdar 3 Mart ve 10 Mart 2010 tarihlerinde Dünya gazetesindeki köşesinden soruyor; “Sütler ve yoğurtlar neden bozulmuyor, bunlar dayanıklı beyaz eşya mı yoksa bozulmaya karşı efsunlular mı?” diye. Herkes dikkat etmiştir, son yıllarda satın aldığımız kutu sütler ve yoğurtlar buzdolabında bir ay kalsa dahi ekşimiyor, ancak günler sonra ekşiyerek değil küflenerek bozuluyor. Eskiden satın aldığımız yoğurtlar 3-4 gün içerisinde tüketilmezse ekşir, tadı değişirdi. Şimdilerde marketlerden satın aldığımız yoğurtların ve kutu sütlerin içerisindeki bakteriler, UHT teknolojisi kullanılarak yok edildiğinden, içerisinde bakteri bulunmayan sütler ve yoğurtlar ekşime yapmıyor, hatta günlerce bozulmadan saklanabiliyor.

Ancak, pastörizasyon yapılan yani hızla ısıtılıp soğutulan süt ürünlerindeki sağlığa zararlı bakteriler ortadan kaybolurken sağlığa yararı olanlar da yok oluyor. Uzmanlar, sütün içerisindeki bazı bakterilerin hastalık yapmadığını, birçok hastalığı önlediğini ve sütün kesilmesini ve ekşimesini sağladığını söylüyorlar. Hatta bu bakterilerin, sağlıklı sütün bir çeşit sigortası olduğunu da belirtiyorlar. Bu durumda, aslında süt çok faydalı bir içecekken pastörizasyon, UHT gibi işlemler sonrası zararlı bir ürün haline geliyor. Prof. Dr. Ahmet Aydın bu zararları 2 şekilde açıklıyor;

1- Teknolojinin elini değdirdiği süt ve süt ürünleri, yapılan işlemler sonucu doğal enzimlerini ve proteinlerini kaybederken sindirilemez hale geliyor. Sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimleri pastörizasyon ve UHT gibi işlemler sonrası canlılığını yitiriyor ve yetişkin mideler tarafından gerektiği kadar sindirilemiyor.

2- Enzim eksikliği ve hayati öneme sahip proteinlerin değişmesi, sütteki kalsiyumu ve mineral elementlerini eritiyor.

Konuyla ilgili 1930’lu yıllarda Dr. Francis M. Pottenger’in 900 kedi üzerinde 10 yıl süreyle yaptığı araştırmaya göre, çiğ süt içen bir grup kedi, sağlıklı olarak büyürken, pastörize sütle beslenen grup bir süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hale geldi.

Görüldüğü gibi doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış süt, insan ömrünü değil yalnızca raf ömrünü uzatıyor.

Kutu süt ve süt ürünlerinin aylarca bozulmaması, uzun ömürlü olması pastörizasyon işlemleri ve UHT teknolojisinden mi yoksa ambalajlamalarından mı ya da inekleri yayılım için hiç meralara çıkarmadan ahır ortamında hazır yemlerle, antibiyotik kullanarak büyütülüp beslenmesinden mi kaynaklanıyor bilemiyoruz ancak bildiğimiz bir şey var ki, kaymak bağlamayan, ekşimeyen, kesmeyen sütler ve yoğurtlar doğal değildir. Ayrıca homojenizasyon sırasında süte 2 ton civarında bir basınç uygulanıyor ve süt proteinlerinin moleküler yapısı büyük ölçüde değişiyor. Moleküler yapısı değişmiş proteinlerin ise immün sistemini aşırı uyararak bazı hastalıklara sebebiyet verdiği de bilinmektedir.

Yoğurt ve süte benzer bir başka örnek de açıkta bırakılan margarinlerde görülmektedir. Yapılan bir araştırma margarinlerin günlerce bozulmadığını, acımadığını hatta karınca ve sineklerin bu margarine yaklaşmadığını gösterdi. Bu ilginç araştırma, acaba margarinlerin içerisinde ne tür bir katkı maddesi var, yoksa bunlar da mı efsunlu, diye düşündürüyor. Margarinlerin üzerinde transyağ yoktur, kalp dostudur gibi doğruluğu margarin üreticilerince kanıtlanmış, tüketicilerin sorgulamadan inandığı ibarelerin yer almasına artık söz söylemiyoruz fakat margarinlerin gözle görülen, şahit olunan bu durumuna ne diyeceğiz?

Teknolojinin elinin değdiği sütlerin ve süt ürünlerinin her ne kadar zararları bilinse de sağlığa olan yararlarından ötürü süt ve süt ürünlerinin tüketimi tüm dünyada artmaktadır. Yaşamsal aminoasitleri içeren yüksek değerli süt proteini, yaşamsal yağ asitlerini içeren süt yağı, birçok mineral madde, süt şekeri ve birçok vitamini ile süt, temel gıda maddesi olarak kabul edildiğinden kutu sütlerin raf ömrünü uzatmak için yapılan çalışmalarda aşırıya kaçılmamalı, süt ve süt ürünleri doğal özelliklerini kaybetmemelidir.

Kaynak:Cumhuriyet Gazetesi

4 Mart 2010 Perşembe

ÇAY KEYFİ

Eren'i mama sandalyesine kaç aydır oturtamıyoruz. Oyunla falan oturttuk bir zaman, ama hemen kalkmak istiyor bu sefer de. Sıkılıyor herhalde. Biz de vazgeçmiştik artık. Kucağımıza alıp yediriyoruz. Yine kucağımda öğle yemeğini yediriyordum bugün. Birkaç kaşık yedi. Bir kaşık daha uzatırken baktım ağzı dolu dudakları büzülmüş ve kapalı öyle duruyor. Aaa gözleri de kapalı. Aman Eren uyumuş. Ağzında yemek öylece uyumuş. Yemekten sonra zaten uyku saatiydi, uyutacaktım ama bunu beklemiyordum doğrusu. İki gündür hafif kırgınlık vardı üstünde. Ondandır diyorum kendi kendime ama, ağzı yemek dolu..Yavaşça seslenerek su vermeye çalıştım, bardağı dudaklarına değdirince ağzındakini çiğnemeye başladı ardından da biraz su verince ağzı boşaldı, ben de rahatladım.

Onu yatağına yatırınca hemen kendime bir çay koydum. Eren uyuyunca çay keyfi yapmanın zamanı. Kitap ya da gazete okuyarak değil, sadece çayı içtiğini hissederek içmek. Çayın keyfine varmak. Birşey okurken içtiğim zaman çay bitmiş ben farkında değilim. Tadını alamıyorum. Bu arada televizyonu da açıyorum. Eren uyanıkken pek açmıyoruz çünkü. Televizyonda izlediğim birşey de yok aslında ama çayımı içerken, kısa bir süre kanallar arasında öylesine dolaşmak hoşuma gidiyor. Sonra Eren uyumaya devam ediyorsa gazetemi okurum, olmadı internete girerim ya da mutfağa.

Eren uyuyunca, uyanana kadar şunu da yaparım, bunu da yaparım diye planlar yaparım kafamda ama o süre hemencecik geçiverir. İşte ağlıyor,uyandı bile. Bugün bir saat kadar uyudu. Neyse ki çay keyfini yapabildim.