26 Aralık 2009 Cumartesi

BASINDAN SEÇMELER

Belki siz de bir ‘deha’sınızdır


Dâhiliğe adım atmak için...


• Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip, derinlemesine keşfe çıkın.

• Her gün meditasyon yapmaya ya da “yalnızca düşünmeye” biraz zaman ayırın.

• Gözlem yapma ve tanımlama alıştırmaları yapın.

• İmgeleme alıştırmaları yapın.


ESRA AÇIKGÖZ

Mozart, Shakespeare, Leonardo Da Vinci, Van Gogh, Thomas Edison, Çaykovski... Örnekleri çoğaltmak mümkün, onlar tarihe geçmiş “deha”lar. Peki deha olmak için ne gerekiyor? Bireyin yaratıcı olduğuna ne zaman karar verilir, bir şey yarattığında mı, yoksa yarattığı kabul gördüğünde mi?

Arkadaş Yayınevi’nden çıkan, Iowa Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde yaratıcılık ve beyin konularındaki araştırmalarını sürdüren, tanınmış nörobilimcilerden Nancy C. Andreasen’ın “Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi” bize bunları anlama şansı veriyor. İnsan bedenindeki en ilginç ve karmaşık organ beynin, yaratıcılık yetisini nasıl ürettiğini inceliyor kitap.

Yazarın kendi de “ortalamanın” üstünde bir beyne sahip. Daha anaokulundayken IQ testinde “dahi” ilan edilmiş, Harvard mezunu, Oxford’da İngiliz Edebiyatı üzerine doktora yapmış, bu alanda da kitaplar yazmış, Ulusal Bilim Madalyası sahibi. “Yaşamımdaki zıt güçlerce oraya buraya çekiştirilerek yetişirken, bir ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini hep merak ettim. Bu sıfatı hak etmediğimi de fark etmeye başlamıştım tabii. Shakespeare okuyup Mozart dinlerken ya da Michelangelo’nun eserlerine bakarken, gerçek dehanın ne olduğunu görebiliyordum” diyor,

“Zekanın yaratıcılıkla bir şekilde ilişkisi vardı, ama aynı zamanda da farklı bir şeydi”.

Kayıp dehalara ithaf

Onu yola çıkaran o kadar çok soru var ki: Yaratıcı kıvılcım nereden geliyor? İnsanın yaratıcılığının ateşlenmesi beyinde nasıl bir etki yapıyor da rüyalara ve içgörülü aydınlanmalara dönüşen hayallere neden olabiliyor? Beynimiz, dünyada bildiğimiz ve bilmemiz gereken tek şeymiş gibi neden güzellik ve gerçeğe bitmez bir açlık duyuyor? İnsanda doğuştan var olan bu yaratıcılık yeteneğini, kendimizde ve başkalarında artırabilir miyiz?

Yıllardır sürdürdüğü yaratıcılık konusundaki bilimsel çalışmalarını bir araya getirdiği kitapla, yaratıcılığın yalnızca yaşamın farklı parçalarının yeni ve beklenmedik şekilde bir araya getirilmesi olduğunu, yani zeka ve yetenekten bağımsız olarak ortaya çıkabileceğini gösteriyor Andreasen.

Kitabın amacını girişteki ithaf anlatıyor: “Geçmişteki ‘kayıp dehalara’ ve bu kitabın gelecekte birçoklarının gelişimine yardımcı olması ümidiyle”.

Kitapta, Mozart, Poincare ve Coleridge gibi pek çok ismin yaratıcılık, yaratıcı süreç ve özel yeteneklere sahip yaratıcı insanlar hakkında söylediklerine yer verilirken, yaratıcı beyin yaratan koşulları anlamanın ve hem çocuklar hem de yetişkinler için yaratıcılığı beslemenin yolları sunuluyor. İlk insanlardan ele alıyor konuyu Andreasen, taştan alet yapan, avcılığı geliştiren, ateşi bulan, tekerleği icat eden “dahi” atalarımızdan.

Yaratıcılığa dair çalışmalar yapanların tezlerine de yer veriyor, yaratıcılığı ilk kez modern psikolojinin sistematik araçlarını kullanarak tanımlamaya çalışan Lewis Terman’a, 1950’de Amerikan Psikoloji Derneği başkanı J. P. Guilford’un yaratıcılık araştırmaları tarihinde dönüm noktası olan konuşmasına, “deha”ların yaratım süreçlerine dair anlatılarına, deha ve yaratıcılık üzerine çalışmalar yapan Francis Galton’un keşiflerine...

Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özelliklerine gelince; deneyime ve macaraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadelik...

Önerilere kulak verin

Deha ile çılgınlık arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor Andreason. “Psikolojik rahatsızlığı olan üstün yetenek ve yaratıcılığa sahip insanların uzun bir listesini çıkarmak pek de zor değil” diyor, “Müzik, sanat, dans, şiir, tiyatro, edebiyat, fizik, matematik, biyoloji, felsefe ve siyaset de dahil olmaz üzere, tüm ihtisas alanlarına yayılmışlar. Listede, John Nash, Isaac Newton, Friedrich Nietzche, Leo Tolstoy, Ernest Hemingway, Abraham Lincoln, Theodore Roosevelt, Oliver Cromwell, John Stuart Mill, Robert Schumann, Gaetano Donizetti, Ludwig von Beethoven... gibi ünlülerin yanı sıra toplumda öne çıkmış ve hayranlık duyulan birçokları daha bulunacaktır”.

O, yaratıcılıkta çevrenin rolünü önemsiyor, yaratıcı insanların genelde zaman içinde kendiliğinden ortaya çıkmadıklarını anlatıyor. Tarihin belli dönemlerinde, sıradışı yaratıcılığa sahip çalışma ve fikirlerin çok az olduğunu, kimi dönemlerdeyse, “insanın yaratıcı ruhunun dizginlerinden kopmuşcasına koşmaya başladığını” söylüyor. Kitapta bu dönemler arasında da gezdiriyor bizi ve tabii dönemlerin “deha”larıyla. Bütün bunların arasında doğuştan gelen yetenekler ve kalıtımsal özellikleri de göz ardı etmiyor Andreasen. Yine de “Beynin büyümesi ve gelişmesinde çok çeşitli güçlerin etkisi vardır” diyor, “Yapmamız gereken şeylerden biri bu güçleri daha derinden anlayabilmektir ki, sonuçta bu bilgiyi kendimiz için daha yararlı olacak bir şekilde kullanabilelim. Böylece yaratıcı yeteneği olanlara daha parlak fikirler üretme fırsatı yaratabilir, daha sıradan insanların da beyinlerini daha iyi geliştirmelerini sağlayabiliriz. Yani, sonunda konu dönüp dolaşıp bize geliyor”.

Hepsi bu da değil, yaratıcı kişiliği ortaya çıkarmak için bazı önerilerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ona kulak vermek de yarar var. Kim bilir belki siz de aslında bir “dahi”siniz.

Cumhuriyet Gazetesinden

16 Aralık 2009 Çarşamba

KANTARON YAĞI VE İKSİR

Geçen hafta yerden birşey alırken dengem bozuldu, ters bir hareket oluştu ve bacağım zorlandı,dizimin arka tarafının gerildiğini hissettim. Ertesi gün ayak üstünde biraz fazla zaman geçirdiğimden o bölgede başlayan ağrılar arttı, giderek dayanılmaz oldu. Ayak üstünde duramaz oldum, oturunca kalkamıyordum, kalkınca da ayağımı sürüyerek hareket ettirebiliyordum. Gece bir ara hazırlanıp acile gitmeye karar verdim, kapıdan geri döndüm bu gece dinlenince bakalım nasıl olacak diye.Ağrının artmasıyla birlikte hemen bolca kantaron yağıyla ovarak üstüne biraz pamuğa döktüğüm isveç iksirini koydum. Sabaha kadar tekrar, tekrar bunu tazeledim. Sabah ağrım hafiflemişti ama ayağımın üstüne basınca ağrılar yeniden başlıyordu. Gün boyunca da yine kantaron yağı ile masaj yapıp üstüne isveç iksiri koydum. Şiddetli ağrılar yokolmuştu ya, ayağa kalkınca yine acılarım devam ediyordu. Buna üç gün devam ettim. Bir de baktım ki artık ayağımı sürümüyorum ve topallamıyorum.

Elimde bitkilerle ilgili birçok kitap var. Bunların içinde kantaron yağının nelere iyi geldiği, nasıl kullanıldığıyla ilgili bilgiler olmasına karşın yıllarca hiç ilgilenmemişim. Bir gün elindeki yarayla ilgili konuştuğum bir arkadaş " kantaraon yağı " sürdüğünü başka birşey kullanmadığını söyledi. İyileştirici ve hücre yenileyici özelliğinden bahsetti. Onunda bitkilerle ilgili bilgisine güvendiğimden, hemen kitaplarımdan araştırdım. O günden beri İsveç iksirinin yanında kantaron yağı da yerini aldı.

Böylece bir ağrıyı daha atlatmış oldum. Ama beklemeyip doktora gitseydim belki de daha çabuk geçecekti bilemiyorum.

Not:Bunlar kendi deneyimlerim. Kimseye tavsiye amacım yoktur.

12 Aralık 2009 Cumartesi

KIRILAN SÜT ŞİŞESİ VE ANNENİN DAVRANIŞI

Çocuk eğitimiyle ilgili bana gönderilen bu yazıyı paylaşıyorum:

Amerika’da bir mucit profesöre, kendisini diğer insanlardan farklı kılan şeyi sorup, başarısının sırrını söylemesini isterler. Profesör,çok ilginç bir cevap verir.

‘Başarımın sırrı annemin 6 yaşımdayken bana takındığı bir tavırdır. 6 yaşımdayken buzdolabından süt alırken süt şişesini düşürüp kırdım. Annem olayı görünce beni dövmedi, kızmadı. ‘Aaaa Henri sütten ne güzel bir göl oluşturmuşsun. Bu gölde benimle biraz oynamak ister misin?’ dedi. Bir süre oynadıktan sonra annem; ‘Biliyor musun Henri, herkes kendi yaptığı şeyleri kendisi toplamalıdır. Şimdi bu süt gölünü temizlemek için benden sünger mi istersin, havlu mu?’ diye sürdürdü konuşmasını.

Elimden geldigince dökülen sütü temizledikten sonra annem beni bahçeye çıkardı. Süt şişesinin, düşürmeden nasıl taşınacağını bana gösterdi. Bu olay benim diğer insanlardan farklı olmamı sağlamıştır’ “


“Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerlerine ne düşerse izi kalır”.
( H. Jinott )

http://ruyalargercektir.wordpress.com/2009/11/12/ahu-dudu/

10 Aralık 2009 Perşembe

MEDYADAN BİLGİLER

Şimdiye kadar günde iki kez uyuyan Eren, günde bir kez uyumaya başladı. Öğle uykusuna yatıyor artık. Bugün O yatınca ben de televizyonu açtım. Kanal 1 de Anne Olunca Anladım diye bir program var, onu seyrettim.Programın son dakikalarıydı. Program konuğu olan profesör çocukları yetiştirirken anne babaların nasıl davranması gerektiğini anlatıyordu. Çocuklara fazla "aferin" dememeli, davranışları sıfatlarla ifade etmeliydi. Masaya su getiren bir çocuğa aferin yerine 'iyi birşey yaptın' anlamında sıfatlar kullanılmalıydı.
Bir an düşündüm. Çocuk yetiştirmek ne ince bir iş. Bakar mısınız aferin demek bile işe yaramıyor, düşünecek en uygun sözcüğü bulacaksın. Okuyup, araştıracak doğru bilgileri içselleştirip çocuğa ona göre davranacaksın.Bir de çocuğun kendi yapısına uygun olarak bunların ne kadarını, nasıl algılayacağı durumu var.

İşte bu yüzden çocuk yetiştirmek ince, hem de çok ince bir iş...

9 Aralık 2009 Çarşamba

MONTESSORİ EĞİTİMİ



Bu eğitimle ilgili bir kitap almıştık aylar önce. Önsözünden bir kaç cümle:" Çocukların beyinlerinin öğrenmek için programlandığı doğru.Fakat beyin erken yaşta uyarılmazsa, çocuklar potansiyellerini gerçekleştiremezler. Demek ki, okul öncesi dönemde çocuklarımızı iyi eğitmenin sorumluluğunu, olanca ağırlığıyla omuzlarımızda taşıyoruz." Yani çocukluk dönemi. Herşeyin temelinin atıldığı dönem. Bunun farkında olan ve çocuğuna bu dönemde doğru yöntemlerle yaklaşan annelere ve onların çocuklarına ne mutlu. Keşke tüm çocuklar bu eğitimin önerdiği ortam ve olanaklarla büyüse. Dünya ne denli farklı olurdu kimbilir.Hayal etmesi bile güzel.
Bu dönemde neler yapmamız gerektiğini de anlatıyor kitap. Uygun bir ev ortamı, doğru yönlendirme,günlük işlerini kendi başlarına görebilmeye teşvik edecek ortamlar oluşturmak, çocuğu dikkatle izleyip davranışlarımızı onun kişisel ihtiyaçlarına göre belirlemek gibi...
Bizde bu eğitimle ilgili bazı uygulamalar yapıyoruz Eren' e. Oyuncakları ve kitapları için raflı dolap alındı. Oyuncaklarını oynadıktan sonra oraya yerleştirmesini istiyoruz.Genellikle yerleşik oyuncaklarını evin içine fırlatmak daha çok hoşuna gitsede arada bir getirip koyuyor.Bizim raflara yerleştirmemizi izliyor.Daha çok kitaplarını dizmeyi seviyor. Onları da raflara bir diziyor, iki atıyor. İndirip kaldırıyor, atıp koyuyor derken orada bayağı bir zaman geçiriyor.
Bakalım attıklarını, dağıttıklarını ne zaman toplayacak.

4 Aralık 2009 Cuma

"PARMAKTA OYNATILAN" ANNE-BABALAR ÇAĞI

Uzmanlar diyor ki;yeni yetme nesil anne-babalar,çocuğa sınırlarını öğretmekte tutuk davranıyor, özgüven aşılamada abartıya kaçıyor ve net bir ses tonuyla “dur” diyemiyor. Çocuğuna “hayır” diyemeyen, böyle olunca da “parmakta oynatılan” yeni nesil anne-babalar, farkında olmadan yalnızca kendini önemseyen, abartılı özgüven nedeniyle benmerkezci, insani duyarlılıkları zayıf kalacak bir nesil yaratabilirler.
Medical Park Fatih Hastanesi’nden Klinik Psikolog Sinem Demir, çocuklarımızı büyütürken yaptığımız “psikolojik hataları” anlattı:
Özgüven her koşulda iyidir. Bu bilgi, 1980 ve 1990’lı yıllarda Amerika ve Avrupa’daki yeni çocuk yetiştirme açılımına psikoloji biliminin katkısı olarak ortaya sürülmüştür. Ancak yıllar, pek çok önemli kuramcının bu konuyu yeniden değerlendirmesine yol açmış, çocuklara özgüven pompalamasının, katkıdan çok zarar getirmeye başlad ğını göstermiştir. Çocuğa “sen çok özelsin, farklısın” mesajlarının sıklıkla gitmesi, erken yaşta aşırı şişen bir “benlik” duygusuna yol açabilir. Çocuğun her davranışını mercek altına almamak, sürekli ona açıklamalar yapmamak; yani hayatta “sürekli ve sadece” onun merkezde olduğu algısını ortadan kaldırmak, özgüvenden bencilliğe gidebilecek yolu kesebilir.
Çocuklara asla kızılmaz Çocukların onurlarını kırmamak, onları ruhsal ve fiziksel olarak korumak sadece anne-babanın değil, hepimizin görevi. Ancak çocuk, kimi zaman net ve sert yönlendirmelere de ihtiyaç duyar. Örneğin; annesine herkesin ortasında tekme atan üç yaşındaki bir çocuğa, sakince “bu yaptığın pek hoş değil” demek yerine, sert ve net bir ses tonu ile “yapma!” denilerek sert ve donuk bir yüz ifadesi ile tepki verilebilir.
Çünkü şiddet göstermesi neredeyse normal karşılanan bir çocuk, bu davranışı artırarak yineleyecektir.
Başkalarının yanında...
Çocuk, bu bilgiyi kullanarak başkalarının yanında dizginlenemez davranışlar sergiler.
Örneğin; başkalarının yanında sürekli gürültü yapan bir çocuğa da sert bir şekilde “hayır” denilebilmelidir.
Başkalarının çocuğuna asla müdahale edilemez:
Eskiden genç annesinin başa çıkmakta zorlandığı bir çocuğu, tatlı sert bir müdahale ile hizaya getiren
“teyzeler” vardı. Günümüzde ise bir kafeteryada ortalığı birbirine katan bir çocuğa çoğunluk,
“başkasının çocuğuna asla müdahale edilmez” düşüncesi ile sessiz kalabiliyor. Oysa görmezden
gelmek, hatta çocuğa gülümsemek yerine; anne-babayı rencide etmeyecek şekilde çocuğa dönerek “anneni çok zor durumda bırakıyorsun ve bağırtınla da hepimizi rahatsız ediyorsun” denilebilir.
Çocuğun her merakı giderilmeli:
Çocuğun her sorusu ayrıntılarıyla cevaplanırsa, düşünceleri ve hayal gücü yetişkin cevapları ile
“sınırsızca” karşılık bulursa; “çevrenin onun sorularına ve konuşmalarına yetişemediği ve bir süre sonra rahatsızlık vermeye başlayan” bir çocuk haline gelebilir. Çocuk, bazı sorularının cevabını kendi hayal gücünden tamamlayabilir. Her şeyı ayrıntısıyla bilmek zorunda değildir. Her sorusunun ayrıntlarıyla yanıtlanması, düşünce hızını ve konuşma miktarını kontrolsüz hale getirebilir.
Aile içi kararlar mutlaka çocuğa da sorulmalıdır:
Bu bilgi de; altı yaşında ancak hafta sonunda nereye gidileceğine karar vermesi istenen, sekiz yaşında
ancak eve alınacak mobilyayı seçen, dört yaşında ancak akşam mönüsü onun seçimine göre düzenlenen çocuklara işaret eder. Demokratikliğin çocuğu da kapsaması demek, aile içindeki önemli her karara çocuğu da katmak demek değildir. Bazı kararları sadece yetişkinler vermelidir. Karar verme sistemine “her zaman” çocuğu da katmak, hatta onu “asıl karar verici” yapmak çocukta yük yaratır.
Yemek yemeyen çocuk...
Bu, sadece pediatrinin değil, kısmen psikolojinin de konusudur. Bir bebeğe abartılı şekilde yemek
yedirilmeye çalışılması, yedi-sekiz yaşlarındaki çocuğun ağzına yemek tıkılması (bu, bağımlılık
açısından riskli bir belirtidir) ne kadar sağlıksız ise; yapısal olarak “yememeye yatkın” çocuklara asla baskı yapmamak da gerçekçi değildir. Bu tür çocuklar, tamamen kendi inisiyatiflerine göre yemek yiyemezler.
Özellikle iki yaş civarı çocuklar, bu konuyu iyice oyuna çevirirler, yemek yerken gezerler. Gezerken ya
da masadayken, çocukların ağızlarını açmak istemedikleri zamanlarda da net (ancak şiddet, aşırı
öfke göstermeden) yönlendirmelerle yemek yedirilebilir.


FİGEN
ATALAY
Cumhuriyet Gazetesi

3 Aralık 2009 Perşembe

BUGÜN ŞAŞIRTAN GELİŞMELER OLDU

Bugün sabah uyanınca oturağına oturttum Eren' i. Hiç itiraz etmedi, oturdu. Kenarlarına vurarak oynadı ve çişini yaptı.Uzun süredir her denememizde hemen itiraz edip kalkıyor, oturmak istemiyordu. Aylar önceydi, her oturttuğumda hiç olmazsa bir parça çiş yapıyor arada bir de kaka yaptığı oluyordu. Ama giderek kronikleşen kabızlık durumu başlayınca işler değişti. Bir keresinde oturağına acıyla ağlayarak kakasını yaptığından beri bir daha oturmaz olmuştu.Zaten son aylarda artık hiç denemiyorduk. Nasıl olsa oturmayacak, çünkü kabızlık günlerce tüm beslenme denemelerimize karşın devam ediyordu. Arada bir normal çıksada yeniden ilk fırsatta kabızlığa dönüş başlıyordu. Kabızlık büyük olasılıkla genetik mirastı Eren'de.
Bugün nasıl olduysa bir oturtturayım dedim ve oturdu. Daha sonraki saatlerde de hiç itirazsız oturdu. Bekledi kaka yapayım diye ama baktım zorlanıyor, yine acıyarak yaparsa bir daha oturmaz diye hemen kaldırdım.Gerçi bir kaç gündür iyiydi.Sade olarak yemediği avokadoyu azıcık muzla ezip yediriyoruz her gün. Mevsimine göre armut, üzüm, incir, kavun gibi meyveler veriyoruz. Yumuşatıyor.Bir gün yemesin hemen kabızlık başlıyor.
İkinci güzel gelişme: Diğer günlere göre eliyle ittirmeden verdiğim besinleri itiraz etmeden yedi ve en güzeli uykusu geldiğinde kucağıma çıkmak istedi, kucağıma alınca da başını yatmaya göre ayarlayıp gözlerini yumdu ve uyudu. "Aman Tanrım bu günü bize çok görme, devam etsin" dileklerim semaya ulaşmıştır. Bir aydan fazladır tümüyle bozulan uyku düzeni ve sıkıntıları umuyoruz, bekliyoruz bitsin artık diyoruz.
Bu arada köpek dişi de görünüyor iyice kabarmış olarak..
Bana da bir çay demleyip keyfini çıkarmak görünüyor.