26 Aralık 2009 Cumartesi

BASINDAN SEÇMELER

Belki siz de bir ‘deha’sınızdır


Dâhiliğe adım atmak için...


• Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip, derinlemesine keşfe çıkın.

• Her gün meditasyon yapmaya ya da “yalnızca düşünmeye” biraz zaman ayırın.

• Gözlem yapma ve tanımlama alıştırmaları yapın.

• İmgeleme alıştırmaları yapın.


ESRA AÇIKGÖZ

Mozart, Shakespeare, Leonardo Da Vinci, Van Gogh, Thomas Edison, Çaykovski... Örnekleri çoğaltmak mümkün, onlar tarihe geçmiş “deha”lar. Peki deha olmak için ne gerekiyor? Bireyin yaratıcı olduğuna ne zaman karar verilir, bir şey yarattığında mı, yoksa yarattığı kabul gördüğünde mi?

Arkadaş Yayınevi’nden çıkan, Iowa Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde yaratıcılık ve beyin konularındaki araştırmalarını sürdüren, tanınmış nörobilimcilerden Nancy C. Andreasen’ın “Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi” bize bunları anlama şansı veriyor. İnsan bedenindeki en ilginç ve karmaşık organ beynin, yaratıcılık yetisini nasıl ürettiğini inceliyor kitap.

Yazarın kendi de “ortalamanın” üstünde bir beyne sahip. Daha anaokulundayken IQ testinde “dahi” ilan edilmiş, Harvard mezunu, Oxford’da İngiliz Edebiyatı üzerine doktora yapmış, bu alanda da kitaplar yazmış, Ulusal Bilim Madalyası sahibi. “Yaşamımdaki zıt güçlerce oraya buraya çekiştirilerek yetişirken, bir ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini hep merak ettim. Bu sıfatı hak etmediğimi de fark etmeye başlamıştım tabii. Shakespeare okuyup Mozart dinlerken ya da Michelangelo’nun eserlerine bakarken, gerçek dehanın ne olduğunu görebiliyordum” diyor,

“Zekanın yaratıcılıkla bir şekilde ilişkisi vardı, ama aynı zamanda da farklı bir şeydi”.

Kayıp dehalara ithaf

Onu yola çıkaran o kadar çok soru var ki: Yaratıcı kıvılcım nereden geliyor? İnsanın yaratıcılığının ateşlenmesi beyinde nasıl bir etki yapıyor da rüyalara ve içgörülü aydınlanmalara dönüşen hayallere neden olabiliyor? Beynimiz, dünyada bildiğimiz ve bilmemiz gereken tek şeymiş gibi neden güzellik ve gerçeğe bitmez bir açlık duyuyor? İnsanda doğuştan var olan bu yaratıcılık yeteneğini, kendimizde ve başkalarında artırabilir miyiz?

Yıllardır sürdürdüğü yaratıcılık konusundaki bilimsel çalışmalarını bir araya getirdiği kitapla, yaratıcılığın yalnızca yaşamın farklı parçalarının yeni ve beklenmedik şekilde bir araya getirilmesi olduğunu, yani zeka ve yetenekten bağımsız olarak ortaya çıkabileceğini gösteriyor Andreasen.

Kitabın amacını girişteki ithaf anlatıyor: “Geçmişteki ‘kayıp dehalara’ ve bu kitabın gelecekte birçoklarının gelişimine yardımcı olması ümidiyle”.

Kitapta, Mozart, Poincare ve Coleridge gibi pek çok ismin yaratıcılık, yaratıcı süreç ve özel yeteneklere sahip yaratıcı insanlar hakkında söylediklerine yer verilirken, yaratıcı beyin yaratan koşulları anlamanın ve hem çocuklar hem de yetişkinler için yaratıcılığı beslemenin yolları sunuluyor. İlk insanlardan ele alıyor konuyu Andreasen, taştan alet yapan, avcılığı geliştiren, ateşi bulan, tekerleği icat eden “dahi” atalarımızdan.

Yaratıcılığa dair çalışmalar yapanların tezlerine de yer veriyor, yaratıcılığı ilk kez modern psikolojinin sistematik araçlarını kullanarak tanımlamaya çalışan Lewis Terman’a, 1950’de Amerikan Psikoloji Derneği başkanı J. P. Guilford’un yaratıcılık araştırmaları tarihinde dönüm noktası olan konuşmasına, “deha”ların yaratım süreçlerine dair anlatılarına, deha ve yaratıcılık üzerine çalışmalar yapan Francis Galton’un keşiflerine...

Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özelliklerine gelince; deneyime ve macaraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadelik...

Önerilere kulak verin

Deha ile çılgınlık arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor Andreason. “Psikolojik rahatsızlığı olan üstün yetenek ve yaratıcılığa sahip insanların uzun bir listesini çıkarmak pek de zor değil” diyor, “Müzik, sanat, dans, şiir, tiyatro, edebiyat, fizik, matematik, biyoloji, felsefe ve siyaset de dahil olmaz üzere, tüm ihtisas alanlarına yayılmışlar. Listede, John Nash, Isaac Newton, Friedrich Nietzche, Leo Tolstoy, Ernest Hemingway, Abraham Lincoln, Theodore Roosevelt, Oliver Cromwell, John Stuart Mill, Robert Schumann, Gaetano Donizetti, Ludwig von Beethoven... gibi ünlülerin yanı sıra toplumda öne çıkmış ve hayranlık duyulan birçokları daha bulunacaktır”.

O, yaratıcılıkta çevrenin rolünü önemsiyor, yaratıcı insanların genelde zaman içinde kendiliğinden ortaya çıkmadıklarını anlatıyor. Tarihin belli dönemlerinde, sıradışı yaratıcılığa sahip çalışma ve fikirlerin çok az olduğunu, kimi dönemlerdeyse, “insanın yaratıcı ruhunun dizginlerinden kopmuşcasına koşmaya başladığını” söylüyor. Kitapta bu dönemler arasında da gezdiriyor bizi ve tabii dönemlerin “deha”larıyla. Bütün bunların arasında doğuştan gelen yetenekler ve kalıtımsal özellikleri de göz ardı etmiyor Andreasen. Yine de “Beynin büyümesi ve gelişmesinde çok çeşitli güçlerin etkisi vardır” diyor, “Yapmamız gereken şeylerden biri bu güçleri daha derinden anlayabilmektir ki, sonuçta bu bilgiyi kendimiz için daha yararlı olacak bir şekilde kullanabilelim. Böylece yaratıcı yeteneği olanlara daha parlak fikirler üretme fırsatı yaratabilir, daha sıradan insanların da beyinlerini daha iyi geliştirmelerini sağlayabiliriz. Yani, sonunda konu dönüp dolaşıp bize geliyor”.

Hepsi bu da değil, yaratıcı kişiliği ortaya çıkarmak için bazı önerilerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ona kulak vermek de yarar var. Kim bilir belki siz de aslında bir “dahi”siniz.

Cumhuriyet Gazetesinden

16 Aralık 2009 Çarşamba

KANTARON YAĞI VE İKSİR

Geçen hafta yerden birşey alırken dengem bozuldu, ters bir hareket oluştu ve bacağım zorlandı,dizimin arka tarafının gerildiğini hissettim. Ertesi gün ayak üstünde biraz fazla zaman geçirdiğimden o bölgede başlayan ağrılar arttı, giderek dayanılmaz oldu. Ayak üstünde duramaz oldum, oturunca kalkamıyordum, kalkınca da ayağımı sürüyerek hareket ettirebiliyordum. Gece bir ara hazırlanıp acile gitmeye karar verdim, kapıdan geri döndüm bu gece dinlenince bakalım nasıl olacak diye.Ağrının artmasıyla birlikte hemen bolca kantaron yağıyla ovarak üstüne biraz pamuğa döktüğüm isveç iksirini koydum. Sabaha kadar tekrar, tekrar bunu tazeledim. Sabah ağrım hafiflemişti ama ayağımın üstüne basınca ağrılar yeniden başlıyordu. Gün boyunca da yine kantaron yağı ile masaj yapıp üstüne isveç iksiri koydum. Şiddetli ağrılar yokolmuştu ya, ayağa kalkınca yine acılarım devam ediyordu. Buna üç gün devam ettim. Bir de baktım ki artık ayağımı sürümüyorum ve topallamıyorum.

Elimde bitkilerle ilgili birçok kitap var. Bunların içinde kantaron yağının nelere iyi geldiği, nasıl kullanıldığıyla ilgili bilgiler olmasına karşın yıllarca hiç ilgilenmemişim. Bir gün elindeki yarayla ilgili konuştuğum bir arkadaş " kantaraon yağı " sürdüğünü başka birşey kullanmadığını söyledi. İyileştirici ve hücre yenileyici özelliğinden bahsetti. Onunda bitkilerle ilgili bilgisine güvendiğimden, hemen kitaplarımdan araştırdım. O günden beri İsveç iksirinin yanında kantaron yağı da yerini aldı.

Böylece bir ağrıyı daha atlatmış oldum. Ama beklemeyip doktora gitseydim belki de daha çabuk geçecekti bilemiyorum.

Not:Bunlar kendi deneyimlerim. Kimseye tavsiye amacım yoktur.

12 Aralık 2009 Cumartesi

KIRILAN SÜT ŞİŞESİ VE ANNENİN DAVRANIŞI

Çocuk eğitimiyle ilgili bana gönderilen bu yazıyı paylaşıyorum:

Amerika’da bir mucit profesöre, kendisini diğer insanlardan farklı kılan şeyi sorup, başarısının sırrını söylemesini isterler. Profesör,çok ilginç bir cevap verir.

‘Başarımın sırrı annemin 6 yaşımdayken bana takındığı bir tavırdır. 6 yaşımdayken buzdolabından süt alırken süt şişesini düşürüp kırdım. Annem olayı görünce beni dövmedi, kızmadı. ‘Aaaa Henri sütten ne güzel bir göl oluşturmuşsun. Bu gölde benimle biraz oynamak ister misin?’ dedi. Bir süre oynadıktan sonra annem; ‘Biliyor musun Henri, herkes kendi yaptığı şeyleri kendisi toplamalıdır. Şimdi bu süt gölünü temizlemek için benden sünger mi istersin, havlu mu?’ diye sürdürdü konuşmasını.

Elimden geldigince dökülen sütü temizledikten sonra annem beni bahçeye çıkardı. Süt şişesinin, düşürmeden nasıl taşınacağını bana gösterdi. Bu olay benim diğer insanlardan farklı olmamı sağlamıştır’ “


“Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerlerine ne düşerse izi kalır”.
( H. Jinott )

http://ruyalargercektir.wordpress.com/2009/11/12/ahu-dudu/

10 Aralık 2009 Perşembe

MEDYADAN BİLGİLER

Şimdiye kadar günde iki kez uyuyan Eren, günde bir kez uyumaya başladı. Öğle uykusuna yatıyor artık. Bugün O yatınca ben de televizyonu açtım. Kanal 1 de Anne Olunca Anladım diye bir program var, onu seyrettim.Programın son dakikalarıydı. Program konuğu olan profesör çocukları yetiştirirken anne babaların nasıl davranması gerektiğini anlatıyordu. Çocuklara fazla "aferin" dememeli, davranışları sıfatlarla ifade etmeliydi. Masaya su getiren bir çocuğa aferin yerine 'iyi birşey yaptın' anlamında sıfatlar kullanılmalıydı.
Bir an düşündüm. Çocuk yetiştirmek ne ince bir iş. Bakar mısınız aferin demek bile işe yaramıyor, düşünecek en uygun sözcüğü bulacaksın. Okuyup, araştıracak doğru bilgileri içselleştirip çocuğa ona göre davranacaksın.Bir de çocuğun kendi yapısına uygun olarak bunların ne kadarını, nasıl algılayacağı durumu var.

İşte bu yüzden çocuk yetiştirmek ince, hem de çok ince bir iş...

9 Aralık 2009 Çarşamba

MONTESSORİ EĞİTİMİ



Bu eğitimle ilgili bir kitap almıştık aylar önce. Önsözünden bir kaç cümle:" Çocukların beyinlerinin öğrenmek için programlandığı doğru.Fakat beyin erken yaşta uyarılmazsa, çocuklar potansiyellerini gerçekleştiremezler. Demek ki, okul öncesi dönemde çocuklarımızı iyi eğitmenin sorumluluğunu, olanca ağırlığıyla omuzlarımızda taşıyoruz." Yani çocukluk dönemi. Herşeyin temelinin atıldığı dönem. Bunun farkında olan ve çocuğuna bu dönemde doğru yöntemlerle yaklaşan annelere ve onların çocuklarına ne mutlu. Keşke tüm çocuklar bu eğitimin önerdiği ortam ve olanaklarla büyüse. Dünya ne denli farklı olurdu kimbilir.Hayal etmesi bile güzel.
Bu dönemde neler yapmamız gerektiğini de anlatıyor kitap. Uygun bir ev ortamı, doğru yönlendirme,günlük işlerini kendi başlarına görebilmeye teşvik edecek ortamlar oluşturmak, çocuğu dikkatle izleyip davranışlarımızı onun kişisel ihtiyaçlarına göre belirlemek gibi...
Bizde bu eğitimle ilgili bazı uygulamalar yapıyoruz Eren' e. Oyuncakları ve kitapları için raflı dolap alındı. Oyuncaklarını oynadıktan sonra oraya yerleştirmesini istiyoruz.Genellikle yerleşik oyuncaklarını evin içine fırlatmak daha çok hoşuna gitsede arada bir getirip koyuyor.Bizim raflara yerleştirmemizi izliyor.Daha çok kitaplarını dizmeyi seviyor. Onları da raflara bir diziyor, iki atıyor. İndirip kaldırıyor, atıp koyuyor derken orada bayağı bir zaman geçiriyor.
Bakalım attıklarını, dağıttıklarını ne zaman toplayacak.

4 Aralık 2009 Cuma

"PARMAKTA OYNATILAN" ANNE-BABALAR ÇAĞI

Uzmanlar diyor ki;yeni yetme nesil anne-babalar,çocuğa sınırlarını öğretmekte tutuk davranıyor, özgüven aşılamada abartıya kaçıyor ve net bir ses tonuyla “dur” diyemiyor. Çocuğuna “hayır” diyemeyen, böyle olunca da “parmakta oynatılan” yeni nesil anne-babalar, farkında olmadan yalnızca kendini önemseyen, abartılı özgüven nedeniyle benmerkezci, insani duyarlılıkları zayıf kalacak bir nesil yaratabilirler.
Medical Park Fatih Hastanesi’nden Klinik Psikolog Sinem Demir, çocuklarımızı büyütürken yaptığımız “psikolojik hataları” anlattı:
Özgüven her koşulda iyidir. Bu bilgi, 1980 ve 1990’lı yıllarda Amerika ve Avrupa’daki yeni çocuk yetiştirme açılımına psikoloji biliminin katkısı olarak ortaya sürülmüştür. Ancak yıllar, pek çok önemli kuramcının bu konuyu yeniden değerlendirmesine yol açmış, çocuklara özgüven pompalamasının, katkıdan çok zarar getirmeye başlad ğını göstermiştir. Çocuğa “sen çok özelsin, farklısın” mesajlarının sıklıkla gitmesi, erken yaşta aşırı şişen bir “benlik” duygusuna yol açabilir. Çocuğun her davranışını mercek altına almamak, sürekli ona açıklamalar yapmamak; yani hayatta “sürekli ve sadece” onun merkezde olduğu algısını ortadan kaldırmak, özgüvenden bencilliğe gidebilecek yolu kesebilir.
Çocuklara asla kızılmaz Çocukların onurlarını kırmamak, onları ruhsal ve fiziksel olarak korumak sadece anne-babanın değil, hepimizin görevi. Ancak çocuk, kimi zaman net ve sert yönlendirmelere de ihtiyaç duyar. Örneğin; annesine herkesin ortasında tekme atan üç yaşındaki bir çocuğa, sakince “bu yaptığın pek hoş değil” demek yerine, sert ve net bir ses tonu ile “yapma!” denilerek sert ve donuk bir yüz ifadesi ile tepki verilebilir.
Çünkü şiddet göstermesi neredeyse normal karşılanan bir çocuk, bu davranışı artırarak yineleyecektir.
Başkalarının yanında...
Çocuk, bu bilgiyi kullanarak başkalarının yanında dizginlenemez davranışlar sergiler.
Örneğin; başkalarının yanında sürekli gürültü yapan bir çocuğa da sert bir şekilde “hayır” denilebilmelidir.
Başkalarının çocuğuna asla müdahale edilemez:
Eskiden genç annesinin başa çıkmakta zorlandığı bir çocuğu, tatlı sert bir müdahale ile hizaya getiren
“teyzeler” vardı. Günümüzde ise bir kafeteryada ortalığı birbirine katan bir çocuğa çoğunluk,
“başkasının çocuğuna asla müdahale edilmez” düşüncesi ile sessiz kalabiliyor. Oysa görmezden
gelmek, hatta çocuğa gülümsemek yerine; anne-babayı rencide etmeyecek şekilde çocuğa dönerek “anneni çok zor durumda bırakıyorsun ve bağırtınla da hepimizi rahatsız ediyorsun” denilebilir.
Çocuğun her merakı giderilmeli:
Çocuğun her sorusu ayrıntılarıyla cevaplanırsa, düşünceleri ve hayal gücü yetişkin cevapları ile
“sınırsızca” karşılık bulursa; “çevrenin onun sorularına ve konuşmalarına yetişemediği ve bir süre sonra rahatsızlık vermeye başlayan” bir çocuk haline gelebilir. Çocuk, bazı sorularının cevabını kendi hayal gücünden tamamlayabilir. Her şeyı ayrıntısıyla bilmek zorunda değildir. Her sorusunun ayrıntlarıyla yanıtlanması, düşünce hızını ve konuşma miktarını kontrolsüz hale getirebilir.
Aile içi kararlar mutlaka çocuğa da sorulmalıdır:
Bu bilgi de; altı yaşında ancak hafta sonunda nereye gidileceğine karar vermesi istenen, sekiz yaşında
ancak eve alınacak mobilyayı seçen, dört yaşında ancak akşam mönüsü onun seçimine göre düzenlenen çocuklara işaret eder. Demokratikliğin çocuğu da kapsaması demek, aile içindeki önemli her karara çocuğu da katmak demek değildir. Bazı kararları sadece yetişkinler vermelidir. Karar verme sistemine “her zaman” çocuğu da katmak, hatta onu “asıl karar verici” yapmak çocukta yük yaratır.
Yemek yemeyen çocuk...
Bu, sadece pediatrinin değil, kısmen psikolojinin de konusudur. Bir bebeğe abartılı şekilde yemek
yedirilmeye çalışılması, yedi-sekiz yaşlarındaki çocuğun ağzına yemek tıkılması (bu, bağımlılık
açısından riskli bir belirtidir) ne kadar sağlıksız ise; yapısal olarak “yememeye yatkın” çocuklara asla baskı yapmamak da gerçekçi değildir. Bu tür çocuklar, tamamen kendi inisiyatiflerine göre yemek yiyemezler.
Özellikle iki yaş civarı çocuklar, bu konuyu iyice oyuna çevirirler, yemek yerken gezerler. Gezerken ya
da masadayken, çocukların ağızlarını açmak istemedikleri zamanlarda da net (ancak şiddet, aşırı
öfke göstermeden) yönlendirmelerle yemek yedirilebilir.


FİGEN
ATALAY
Cumhuriyet Gazetesi

3 Aralık 2009 Perşembe

BUGÜN ŞAŞIRTAN GELİŞMELER OLDU

Bugün sabah uyanınca oturağına oturttum Eren' i. Hiç itiraz etmedi, oturdu. Kenarlarına vurarak oynadı ve çişini yaptı.Uzun süredir her denememizde hemen itiraz edip kalkıyor, oturmak istemiyordu. Aylar önceydi, her oturttuğumda hiç olmazsa bir parça çiş yapıyor arada bir de kaka yaptığı oluyordu. Ama giderek kronikleşen kabızlık durumu başlayınca işler değişti. Bir keresinde oturağına acıyla ağlayarak kakasını yaptığından beri bir daha oturmaz olmuştu.Zaten son aylarda artık hiç denemiyorduk. Nasıl olsa oturmayacak, çünkü kabızlık günlerce tüm beslenme denemelerimize karşın devam ediyordu. Arada bir normal çıksada yeniden ilk fırsatta kabızlığa dönüş başlıyordu. Kabızlık büyük olasılıkla genetik mirastı Eren'de.
Bugün nasıl olduysa bir oturtturayım dedim ve oturdu. Daha sonraki saatlerde de hiç itirazsız oturdu. Bekledi kaka yapayım diye ama baktım zorlanıyor, yine acıyarak yaparsa bir daha oturmaz diye hemen kaldırdım.Gerçi bir kaç gündür iyiydi.Sade olarak yemediği avokadoyu azıcık muzla ezip yediriyoruz her gün. Mevsimine göre armut, üzüm, incir, kavun gibi meyveler veriyoruz. Yumuşatıyor.Bir gün yemesin hemen kabızlık başlıyor.
İkinci güzel gelişme: Diğer günlere göre eliyle ittirmeden verdiğim besinleri itiraz etmeden yedi ve en güzeli uykusu geldiğinde kucağıma çıkmak istedi, kucağıma alınca da başını yatmaya göre ayarlayıp gözlerini yumdu ve uyudu. "Aman Tanrım bu günü bize çok görme, devam etsin" dileklerim semaya ulaşmıştır. Bir aydan fazladır tümüyle bozulan uyku düzeni ve sıkıntıları umuyoruz, bekliyoruz bitsin artık diyoruz.
Bu arada köpek dişi de görünüyor iyice kabarmış olarak..
Bana da bir çay demleyip keyfini çıkarmak görünüyor.

26 Kasım 2009 Perşembe

YİNE YOLCULUK


Bilmediğim yerlere olduğu kadar bildiğim ve sevdiğim yerlere de sık sık yolculuk yapmayı seviyorum. Eren' e bakalıberi pek gezemesemde O'nunla birlikte aralıklarla yolculuk yaptık. Büyüdükçe O'nunla yolculuk daha zorlaşıyor.Uykusu azaldığından yolculuk boyunca uyanık ve koltuk içinde devinimleri kısıtlı olduğundan, sağa sola bakıp,biraz oyalanıp sonra başlıyor inmeye, kalkmaya falan.O yüzden O'nunla yolculuk kabusum oluyor nerdeyse. Geçen hafta yine Ankara' ya gitmemiz gerekti.Yolculuğa çıkmadan önce başladım kaygılanmaya. Çunkü bundan önceki yaptığımız yolculukta son yüz km. yi ayakta bitirmiştik. Artık sıkıldığından duramaz olmuştu.O yüzden daha yolculuğa çıkmadan kaç gün önce tedirginliğim başladı. Ama bu kez beni mahçup etti, sadece son yarım saati bağırıp çağırarak geçirdik.
Eren Ankara'yı seviyor. Bol bol geziyor.Kuzeniyle oynuyor.Hava da şansımıza ılıktı.
Birkaç gün sonra dönüş başlıyor. Acaba dönüş yolculuğunda neler yaşayacağız.Hadi Eren bize yine bir iyilik bu yolcuğu da rahat atlatalım.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Başlık Bulamadım


Eren uykuda. Evde tek tıkırtı olmaması için parmaklarımın ucuna basarak dolaşıyorum. Her an ve en ufak bir tıkırtıda hemen uyanabilir. Bu hafta gece ve gündüz uykusundan sonu gelmeyen bir ağlamayla uyanıyor.Ne yapsak susturamıyoruz. Gözü hiçbir şeyi görmüyor feryatlarından. Susturmak, yeniden uyutmak dakikaları aşıp saatlere ulaşıyor. Bir huzursuzluk var süregiden anlayamıyoruz. Yemesi desen hergün değişiyor. Bugün severek yediğini ertesi gün tükürüyor. Yani Eren şu yemeği seviyor demek olası değil. Onu yemezse belki bunu yer diye seçenekleri çoğaltmaya çalışıyoruz. Yine de birini yemezse diğerini yiyor, yani iştahı var. Ateşi de yok. Ama eline ne geçerse ısırmaya çalışıyor. Yakınında ne varsa, benim elim kolum da dahil. Yine diş sıkıntıları mı diye varsayımlar üretiyoruz.Ne sıkıntısı varsa söyleyebileceği günleri bekleyerek.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Bırakın Sorununu Çözmeye Çalışsın

FİGEN ATALAY
Çocuklar kendi sorunlarını çözmeyi nasıl öğrenirler? Kendi sorunlarını çözebilen çocuklar yetiştirmek için, neler yapmalı ya da yapmamalıyız? Anne-babaların yanlış tutumları nedeniyle çocukta oluşan düşünce neyazık ki “sorunları anne-babalar çözer” oluyor.
Çocuklarımıza gün boyunca “haydi geç kalacaksın”, “okul çantanı unutma”, “hırkanı kaybetme”, “kalem kutunu çantana koydun mu?”, “bahçede çok koşma terlersin”, “merdivenleri dikkatli çık” der dururuz. Aslında bu uyarıların pek işe yaramadığını da biliriz. Ödev defterini evde unuttuğunu farkettiğimiz çocuğumuza bunu hatırlatmasak, belki okulda yaşayacağı sıkıntılardan sonra bir daha çantasını hiç unutmayacak, hep kontrol edecek. Ama onun üzülmesini, öğretmeninden azar işitmesini istemediğimiz için yanlış olduğunu bilsek de yapmayız bunu.
İzmir Ekin Koleji Psikolojik Danışmanı, Eğitimci Rezan Turhan, kendi sorunlarını çözebilen çocuklar yetiştirilmesi için velilere önemli görevler düştüğünü söylüyor. Turan’a göre, sorun çözebilme bir beceridir, öğrenilebilir ve çocuklara kazandırılabilir.
Edilgen hale gelmesin
Çocuğun günlük yaşamında anne babaları tarafından sıkça uyarılmasının, çoğunlukla hedeflenen sonuçları getirmediğine dikkati çeken Turhan, bu konuda velilere şu uyarılarda bulunuyor:
“Burada niyetiniz çocuğu yaşayabileceği zorluklardan uzak tutmak veya ona yardım etmek olabilir. Özellikle küçük yaşta çocukları olan anne-babalar, öğretmek amacıyla da çocuğuna ne yapması gerektiğini hatırlatmak isteyebilir. Oysa sıklıkla yapılan bu hatırlatmalar yaşananları, sorunları bir kişiden alıp diğerine taşımaktadır. Çocuk neyi ve nasıl yapması gerektiği konusunda yanlış şeyler öğrenebilmekte, konu ile ilgili çabasız, ilgisiz, deneyimsiz kalmaktadır. En sonunda çocukta oluşan düşünce ise; ‘Sorunlar anne-babalar tarafından çözülür’ olabilmektedir. Böylesi bir anlayış, çocuğu edilgen hale getirebilir ve çözümü hep büyüklerinden ve başkalarından bekleme yanlışına düşürebilir. Sorun çözebilme bir beceridir, öğrenilebilir ve çocuklara kazandırılabilir. Özellikle küçük yaşlardan başlayarak ve onun karar verme alanında olan konularda bu çalışmalar yapılabilir. Çocuk, sınırları tanımlanmış ortamlarda, beslenme, uyku, arkadaşlık, öğrenme, ders çalışma gibi bireysel konularda; seçme, erteleme, karar verme, değerlendirme gibi sorun çözme becerileri kazanabilir.”
Çözüm yolları düşünsün
Rezan Turhan, sorun çözme becerisinin alt yapısını oluşturacağını ve çocuklara kazandırılması gerektiğini düşündüğü becerilerle çalışmaların içeriğini şöyle sıraladı:
• Kendisinin ve diğerlerinin duygularını anlama,
• Diğer kişinin bakış açısını dikkate alma,
• Birden fazla çözüm yolu düşünme,
• Her çözüm yolunun olası sonuçlarını dikkate alma,
• Hangi çözüm yolunun seçileceğine karar verme,
• Kararlı ve sabırlı tutum geliştirme,
• Sorumluluk geliştirme,
• Sorun çözebilmek için gereken sözcük dağarcığını öğrenme.


Cumhuriyet Gazetesi, 31.10.2009

27 Ekim 2009 Salı

GRİP VE ARDIÇ YAĞI

Geçen hafta ailecek grip olduk. Nerden geldiği belli olmayan bir grip. Bir anda boğaz ağrısı, baş ağrısı derken burun akıntısı da tüm şiddetiyle kendini gösterdi. Eren de aynı. Hapşırıyor, burnu akıyor, ateşi yükseliyor. O' na ateş düşürücü ilaçlarını verdik, burnuna damla damlattık. Kendimiz için ise her zaman elimizin altında bulunan isveç iksiri, kantaron yağı , ardıç yağı, zencefil, havlucan, ıhlamur, tarçın ve karanfilden oluşan karışık bitki çayına başvurduk. Bir de tuzlu su. Burun akıntısı yeni başladığında ele biraz tuzlu su koyup burna çekilerek burun içi hiç olmazsa yarım saatte bir yıkanırsa nezleyi ilerlemeden durduruyor. Aynı şeyi biraz sulandırarak hazırladığımız isveç şurubuyla da yaptık. Yetmedi birazcık kaynayan suya bir kaç damla ardıç yağı damlatıp buharını kokladık. Burundan nefes alınmayacak kadar olan tıkanıklığı bile hemen açıyor. Adaçayı kaynatıp boğazımız için sık sık gargara yaptık. Yine biraz sulandırarak hazırladığımız isveç şurubuyla da gargara yaptık. Boğaz ağrısının ilerlemesine izin vermedik sanki. Ardıç yağı bir kesme şeker üzerine birkaç damla damlatılarak ağızda emilirse boğaza o da iyi geliyor. Bir ara bu yağdan azıcık burnuma süreyim, daha çabuk iyileştirir gibi bir düşünceye kapıldıysam da bu bana bir müddet çığlıklar atarak dövünmeme mal oldu. Hemen kantaron yağıyla bolca yağladım da o dayanılmaz acıyı aldı. Ey mucizeleri bitmez doğa!. Birinin yaktığını öbürü söndürüyor. Böylece ardıç yağının direk olarak kullanılmayacağını deneyimleyerek öğrendim. Kantaron yağına gitti aklım herhalde. Onu her ağrıyan, acıyan yere bolca boca ettiğimizden olacak. Her kuşun eti yenmez misali.
Boğaz ve burnu böyle hallettik, sabah akşam bir tatlı kaşığı iksiri sulandırıp içtik. Yine sabah akşam zencefil, tarçın, havlucan ve karanfili kaynatıp üstüne biraz ıhlamur atıp demleyip içtik. Ateş ve kırgınlık içinse birer Parol yuttuk. İşte o kadar. Aynı gün geceyi bile rahat geçirdik, ertesi güne çok da fazla bir şikayetimiz kalmamıştı. Ama biz yine iksire ve çayımıza devam ettik. Zaten bu zencefilli çay normal zamanlarda da içilecek, bünyeyi kuvvetlendiren bir çaydır.
Bir gribi daha ilerlemeden böylece nerden geldiğini bilmediğimiz yere yolcu ettik.

15 Ekim 2009 Perşembe

ÖZEL ANLAR



16. ayımız bitmek üzere. Her gün yeni gelişmelerle karşılaşıyoruz, bu bizi mutlu ediyor. Bugün ilk kez yiyeceğini eliyle alıp ağzına götürdü. Yemek yerken hadi bir deneyelim dedik. Biraz ekmek parçasını elimize koyup " hadi al ye, ham yap " gibi teşvik edici sözlerle alıp yemesini bekledik. İlk önce ekmekle küçük parmaklarıyla üstüne basa basa oynadı, sonra ağzını ekmeğe uzatıp yemek istedi. Annesi ekmeği parmaklarıyla tutup ağzına götürmesini sağladı. İki kez böyle alıştırmadan sonra kendisi alıp yemeye başladı. Bir alıyor ağzına götürüyor, bir alıyor düşürüyor. Küçücük parmaklarıyla almaya çalışıp ağzına itiştirmesi bizler için hem sevindirici, hem çok keyifliydi. Ağzına götürdükçe O da keyiflenip gülmelerimize katılmaya başladı. Bunu daha önce denemelimiydik, önüne konulan yiyecekleri kendi kendine yemesi için bu zaman erken mi, geç mi hiç önemli değildi. Aslolan şimdiydi, bu andı.

İşte çocuğa verilen yoğun emeklerin karşılığı paha biçilmez böyle anlar olmalıydı . Sevincin hep birlikte duyumsandığı özel anlar...

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bebek Bakımıyla İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar

FİGEN ATALAY'ın yazısı

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr.İbrahim Çelik, bebek bakımında artık halk efsanesine dönüşmüş bilgilerin doğrularını anlatarak annelere bir mini rehber oluşturdu.

1-Emziren anne üşütünce kendi karnı ağrır,bebeğe birşey olmaz

Anne üşütürse en fazla kendi karnı ağrır, zira soğukta bağırsak kasılma ve hareketleri hızlanır, bu da karın ağrısı olarak hissedilir.Ancak bu fiziksel durumun süt yoluyla bebeğe geçmesi söz konusu değildir.

2-Anne gazlı içecek tüketirse bebekte gaz olmaz.

Gazlı içecekler sıkıştırılmış karbondioksit içeren sıvılardır. Bunlar içildiğinde açığa çıkan serbest karbondioksit midede gaz baloncukları şeklinde şişkinliğe yol açar. Ancak bu gaz baloncuklarının süt yoluyla bebeğe geçmesi fiziksel olarak olanaksızdır. Benzer şekilde gaz yapan yiyecekler yendiğinde annenin bağırsaklarında bulunan bakteriler, bu yiyecekleri fermente ettiğinde açığa çıkan gazlar annede gaz olarak hissedilebilir. Ancak bu gaz baloncuklarının da süt yoluyla fiziksel olarak bebeğe geçmesi söz konusu değildir. Annenin yediği yiyeceklerin içinde bulunan bazı alerjik protein ve kimyasalların süt yoluyla bebeğe geçip bebekte alerjik reaksiyon ve karın ağrısı oluşturma potansiyeli vardır. Ama bu sadece duyarlı bebeklerde ve nadiren oluşur.

3-Bebek yeşil kaka yapıyorsa araştırmak gerekir

Bebeğin kakasının yeşil olmasına neden olan çok sayıda sebep vardır. En temel neden bağırsak pasajının hızlanmasıdır. Bağırsak hareketini artıran her türlü fiziksel ve kimyasal etken bebeğin kakasının yeşil olmasına neden olur. Bu, çoğunlukla da belirgin bir sebep olmadan olur.

4-Anne strese girince sütüde etkilenir.

Geleneksel olarak süt salgısını artırdığı düşünülen sayısız gıda, içecek ve bitki çayları tanımlanmıştır. Ancak bilimsel olarak kanıtlanmış ve her annede aynı derecede etki gösteren özel bir gıda ya da içecek ne yazık ki bulunmamaktadır. Anne sütü üzerine etkili olan temel faktörler şunlardır: Annenin yapısal ve genetik özellikleri, emzirmeye olan isteği ve inancı, normal doğum yapıp en kısa sürede bebeğin anne memesiyle buluşması, annenin ağrı, sancı, yorgunluk ve stresinin olmaması, doğru teknikle ve sık aralıklarla bebeğini emzirmesi, bol sıvı alması ve dengeli beslenmesi.

5-Tırnaklarını kesmek için kırkının çıkmasını beklemeyin

Bebeğin tırnakları, tırnak yatağını ne zaman geçerse o zaman kesilir. Bunun için kırkını beklemeye gerek yoktur. Bazen bebek doğduğunda bile kesilebilecek kadar uzun olabilir.

6-Hava sıkışınca hıçkırık olur

Bebeğin hıçkırmasının temel nedeni midede sıkışıp kalan hava cebinin mideden dışarı diyafram kasına doğru bir baloncuk oluşturup bu kası uyarmasıdır. Sıkışan bu hava kitlesi geğirilip çıkıncaya kadar hıçkırık devam eder.

7-Göz yaşarması, göz zarının tahriş olması demektir

Bebeğin göz yaşarması çoğunlukla mikrobik, alerjik ya da fiziksel bir etkenin göz zarını tahriş etmesine tepkisel olarak ortaya çıkar. Bazen de gözyaşı kanallarının doğuştan tıkalı olması nedeniyle gözyaşının buruna drenajındaki zorluk nedeniyle olur.

8-Ağlayan bebeği sık sık kucaklayın

Yenidoğan bebeğin, dünyada yapayalnız, savunmasız ve çaresiz olarak, kendini güvende ve huzurlu hissedeceği tek ortam olan anne kucağından şımaracağı gerekçesi ile mahrum kalması ne acı. Bebeklerinizi her ağladıklarında kucaklayın.

9-Yer yemez kaka yapmasından korkmayın

Tüm canlılarda var olan bir refleksin yenidoğandaki görünümü gastrokolik refleks, mideye bir gıda maddesi girdiğinde, eş zamanlı olarak kalın bağırsakların da harekete geçerek bağırsak içinde bulunan dışkının dışarı atılması hadisesidir. Son derece sağlıklı ve fonksiyonel bir süreçtir. Kesinlikle sindirim ya da emilim bozukluğunun işareti değildir.

10-Şekerli suya alışınca memeyi reddeder

Yenidoğan sarılığında bebeğin beslenmesinin çok büyük bir rolü olduğu kesin. Anne sütü yetersiz olan bebeklerde sarılık daha erken ve daha uzun sürmektedir. Formula mama çağından önceki yıllardan kalma bir alışkanlık olarak, aç kalan bebeğin en azından şekerli suyla beslenmesi kulağa mantıklı gelebilir, ancak günümüzde anne sütüne yakın formül mamalar varken şekerli suyla bebeğin beslenmesi gereksiz hatta zararlı bir davranış olabilir. Zira şekerli suyun tadına alışan bebek anne memesini reddedebilir.

11-İlk 3 ay bebeğe yalancı meme vermeyin

Anne babaların en büyük isteği bebeklerinin bir an önce yalancı emziğe alıştırıp bebeğin ağlama krizlerinden kurtulmaktır. Gerçekten de bebeğin yalancı emzikle avutulması kısa süre de olsa aileye nefes alma fırsatı verir. Ancak bebeğin yalancı emziği tutmak için yaptığı dil damak dudak hareketleri anne memesini emerken yaptığından çok farklıdır. Bu nedenle ilk günlerde bebekler yalancı emziği tutmakta çok başarılı görünmezler. Ancak bir kere bu işi başardıklarında bu sefer de anne memesini kavramakta zorluk çekerler. Bu da memenin bırakılması, formül ve biberon beslenmeye geçiş anlamına gelir. Bu nedenle mümkünse ilk 3 ay bebeklere yalancı meme verilmemelidir.

12-Bebek annesinin memesini bulunca rahatlar

Bebekleri hayata bağlayan güçlü arama refleksleridir. Bu refleks sayesinde bebek, anne memesini arar, bulunca da emer. Böylece hem karnı doyar, hem de kendini güvende hisseder, rahatlar. Çünkü henüz görme yeteneği tam gelişmemiş bebeğin çevresinde olan biteni anlama algılama kapasitesi sınırlıdır. Tek bildiği sıcak anne kucağı ve anne memesidir. Ona kavuşunca doğru yerde olduğunu hisseder, rahatlar. Dolayısıyla karnı tok bile olsa yenidoğan bebek, sürekli doğru yeri bulana kadar aranmak durumundadır.

Kaynak : Cumhuriyet Gazetesi

1 Ekim 2009 Perşembe

EREN KOŞTURUYOR

Küçük bir adam evde koşturuyor. Hep arkasında, yakın takipdeyim; daha tam olarak yürümesi pekişmedi. Ara ara sendeleyip düşebiliyor, kafasını bir yerlere vurabilir. Zaten elimizin altında bile bir anda kafasını çarpması olmadık birşey değil, bunu sıkça yaşıyoruz. Yakın takipteyim o yüzden peşindeyim. Yukardan bakıyorum aşağıya doğru,küçük bir insan, küçük adımlarla koştururcasına evi turluyor. Hep acelesi var gibi, gözü hep ellememesi gereken sakıncalı şeylerde. Uzanabildiği yerler bir yana uzanamadığı yerlere bile tırmanıp ellemek, oynamak istiyor. Bu yüzden sürekli hareket halindeyiz, daha doğrusu birlikte koşturuyoruz denilebilir.
Bu koşturmacaya kısa bir ara vermemiz gerekti, ani bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldık Eren' le. Tüm gün evi turlayan çocuk 6-7 saat bir koltuğun üstünde ne yapar? Yolculuk başlar başlamaz koltuğunu yatırıp uykuya dalacak hali yok. Zaten genelde uykuya düşkünlüğü olmayan bir çocuk. Ama yine de uyku saati geldiğinde uyur ümidindeyim. Saatler ilerliyor, yan koltukdakilere bakıyorum uyumuş, arkadakiler uyumuş, gençler uyumuş, yaşlılar uyumuş, ama Eren'in uyku saati geçeli çok oldu, O hala keşifte. Oturuyor, kalkıyor, uzanıyor yola bakıyor, çevremizdeki yolculara bakıyor, kimine kendi dilinde sanki konuşmak ister gibi laf atıyor, ama uyku yok... Bir çocuk neden uyumaz, ya da zor uyur da büyükler neden bu kadar kolay uyur?Sonunda uyudu demeye dilim varmıyor, bayıldı demek daha uygun düşer. Kucağımda bir eli tişörtümün yakasını kavramış, ki bunu hep yapıyor Annesi uyuturken de ben uyuturken de uyuma moduna girince eli yakamızda. Kucağımda, koşturmacasına ara vermiş ve tüm çocuklar gibi masum melek haliyle uyurken düşünüyorum:
Daha bir buçuk yaşına bile gelmemiş bir çocuk şimdiye kadar ne algıladı acaba çevresiyle ilgili. Annesi, babası, çevresindeki diğer yakınları ve gördüğü diğer insanlarla ilgili neler algıladı, bunlar O'nda ne gibi izler bıraktı. Bu izlenimler yaşantısını nasıl etkileyecek, etkileyecek mi yoksa doğuştan getirdiği bilgiler baskın mı çıkacak? Ve ilgilendiği diğer şeyler: yollardaki kırmızı ışıklar, sadece yollardaki değil nerede olursa olsun gördüğü kırmızı bir ışık onda çığlıklar attırıyor: ah ah , ah ah
Arabalar, otobüsler hele hareket halinde iseler gözden kayboluncaya kadar izliyor. Kediler, köpekler, kuşlar görünce çığlıklar attığı bu canlılar O'nda böyle bir heyecan yaratırken ne gibi izler kalacak gelecek yıllarına...
Ne denilebilir ki?
Ne çok şey var yaşamımızı etkileyen.

26 Eylül 2009 Cumartesi

ÇOCUKLA YOLCULUK VE SÜT

Bayramda Ankara' ya giderken yolculuğumuz geceye denk düştü. Eren için yanımıza birkaç kavanoz yiyecek hazırladık. Birkaç paket de küçük boy sütlerden aldık. Bu sütler kullanım kolaylığı açısından iyi, ama hazır sütlerle ilgili yapılan olumsuz açıklamalar da kafa karıştırıyor.. Neyse yolculuk, hele de gece yolculuğu bir çocuk için tüm düzeninin bozulması anlamına geliyor, bu yolculukda da bu anlaşıldı. Biberonu bıraktırdık, belli saatlerden sonra yiyecek birşey vermeyelim onunda bizimde uykumuz bölünmesin derken, tüm kazanımlarımız bir gecede bozuldu.. Bu yolculukda mecburen bozduğumuz düzenimizle Eren'e yakayı yeniden kaptırdık. Otobüsün hareket saati 00.30 du. Haliyle konuşmalar, çevredeki ışıklar, arabalar ilgisini çektikçe uykusu kaçtı, acıktı. Bizde sabaha kadar uyuyup uyanan Eren' e birşeyler yedirip içirdik. O da buna yeniden ve hemen alıştı, diğer geceler de uyanıp uyanıp içecek birşeyler istemeye başladı. Şimdilerde yeniden düzeni kurmaya çalışıyoruz.

Paket sütleri ve hazır mamayı zaman zaman zorunlu olarak kullandık. Sürekli kullanmamaya dikkat ettik.Yaptığımız kısa ve uzun yolculuklarda çok işimize yaradı. Çocuğun kalsiyum ihtiyacını peynir, kefir, yoğurtla gidermeye çalıştık. Çünkü hazır sütler hakkında kafamız karışıktı. İşte paket sütlerle ilgili bir bilgi:

"

Markettesiniz.Süt içip kemikleri geliştirmek gibi bir inancın peşinde,dolaşıyorsunuz raflarda.O, beyaz sıvının içinde protein, vitamin, bir sürü bakteri, mineral filan olduğunu düşünüyorsunuz.Nasıl söylemeli, bilmem ki?Aramızda kalsın ama, onun içinde artık bir şey yok!İyisi mi bunu size, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Ahmet Aydın söylesin "Süt sağlıklı bir içecekken, raf ömrünü uzatmak için pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline getiriliyor. Bu işlemlerle sütün içindeki tüm bakterileri öldürülüyor. Pastörizasyon, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engelliyor, sindirim enzimlerini tahrip ediyor, tahripolan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır...".Hadi bunları geçtik bir kalem. Siz o sütü veren ineğin başına gelenlerden haberdar mısınız?İnek inek olmaktan çıkalı çok oldu.Önüne konan her şeyi yiyen. Bol hormon ve antibiyotikle ayakta durabilen, deri kaplı et parçaları onlar.Günde 100 kilo süt(!) veren inek yaptılar.Ne demek biliyor musunuz bu?Market arabasını sürmeye devam.Üzümleri gördünüz mü?Sanki bağdan yeni gelmişler. Dip diri, ip iriler.Nereden geliyor bunlar?Şili'den.Şili mi?Evet!Kaç gündür buradalar?3-5 gün oldu.Düşünün, Şili'nin bir köyünde topluyorlar bunları.Uzun yolculuklar sonunda bize geliyor. Bir süre bizim manavda bekliyor.. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de 3-5 gün daha, bana mısın demiyor.İyi ama, nasıl?Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela:· Dane büyüklüğünü artırır,· Dane ağrılığını artırır,· Dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir,· Tam olgunlaşmada bile daneye parlak sarı yeşil rengini verir,· Güçlü üzüm çöpüne rağmen dane sıkıca sapa bağlı kalır. Bu yüzden yükleme taşıma esnasında danelenme nedeniyle olabilecek kayıplar azalır,· Dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar,· Kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir,· Yüksek kalite ve standart sağlar,· Raf ömrü uzarDaha durun!Petunya ve karnabahar geni konmuş mısırlardan yapılma cipsleri de yiyeceksiniz.Geceleri de bahçenizi denizanası geniyle donatılmış buğdaylarla aydınlatacaksı nız.Diyebilirsiniz ki, "hep olumsuz tarafından bakma, bu gelişmeler olmasa açlığın önüne geçilemez". İyi ama açlığın nedeni gıda üretimindeki yetersizlik değil ki!Tam tersine, bu gün dünyada gıda üretiminde fazlalık var. Öyle ki, tüm üretilen besinleri toplayıp, dünyadaki insan sayısına bölseniz, kişi başına günlük 2 kilo gıda düşüyor.Bu hepimizi besler de, yus yuvarlak bile yapar.Sorun gıda üretiminin yetersizliği değil, aç olanların gıda alacak paralarının olmaması.Ama, daha da vahimi, biz de o süt, domates, üzüm gibi oluyoruz "

Hadi bakalım şimdi ne yapacağız bunları okuyunca?
Açık satılan sütlerle ilgili de birçok sorun var.
İlk elden bulduğumuz süt için kendimizi şanslı mı saymalıyız. Böyle bir olanak olmasaydı ne yapacaktık.
Bilemiyorum

17 Eylül 2009 Perşembe

BİBERONU DA BIRAKTIK

Ani bir kararla Eren' e biberonu bıraktırma kararı alındı. Eren' e soran yok. Başlarken de sorulmamıştı. Zaten hep birileri bizler için, herkes için sürekli kararlar almıyor mu? Bu da öyle işte. Biberon bu güne dek işimize yararken, artık sorun olmaya başladı: Memeden kestikten sonra, biberon meme gibi kullanılmak istendi Eren tarafından. Gece kesintisiz bir uyku uyuyayım diye Annesi memeden kesti. Ama memeye kalkar gibi biberon istemeye başladı Eren. İçine ne koyacağımızı bilemez olduk. Çünkü nerdeyse sabaha kadar 4 - 5 kez biberondan birşeyler içmek istiyordu. Süt koysak o kadarı fazla, bazen mama yaptık, bazen kefir ya da ayran koyduk. Zaten gece sabaha kadar uyuyup- uyanıp sürekli birşeyler içmesi de önerilmiyor, düşününce de doğru gelmiyor zaten. Akşam karnını iyice doyurup, suyunu içirip yatıralım, sabaha kadar birşey vermeyelim buna alıştıralım diye düşünüldü ve uygulandı. Birkaç gece sabahlama ve Eren' in feryatlarının gecenin sessizliğinde yankılanması göze alınarak.
Ve o feryatlar ilk gece oldukça uzun bir süre yankılandı sessiz odalardan, ıssız karanlıklara doğru.
İkinci gece biraz şiddeti azaldı, üçüncü gece biraz daha. İşte biberon da unutuldu.
Artık kesintisiz, deliksiz bir uyku uyur hane halkı sabaha kadar denildiyse de bu istek şimdilik uzak bir hayal olarak kaldı. Bazen susadı uyandı, bazen emziğini düşürmüş istemek için uyandı, bazen akşamdan az yeyip acıktığı için uyandı ve aralıklarla uyanmaya devam ediyor.
Eren deliksiz bir uyku uyumadan kimsenin de uyuyamıyacağı bilindiğinden bundan sonra nasıl bir yol izleneceğinin hesapları yapılmaya devam edildi.

9 Eylül 2009 Çarşamba

TUVALET EĞİTİMİ

Posta kutuma gelen bu iletiyi paylaşmak istedim.

Bebekler, "Tuvalet İleşimi" Adlı Yöntemle Bezden Kurtuluyor
"Çişşşşşşşşşşşşş,hadi Bebişim Çişşşşş…"

Amerikalı iki anne tarafından başlatılan ve dünyada hızla yayılan Bezsiz Bebek hareketi, en kısa sürede bebeği bezden kurtarmayı hedefliyor. Bezsiz Bebek uygulayıcıları, kurdukları DiaperBabyFree organizasyonuyla 2004 yılından beri deneyimlerini 75 ülkeye yayılmış takipçileriyle paylaşıyor. Tuvalet İletişimi (Tİ) yöntemi Türkiye'de de genç anneler tarafından uygulanıyor. Christine Gross-Loh tarafından yazılan ve Nesil Yayınları tarafından basılan "Tuvalet Eğitimine Doğal Alternatif Bezsiz Bebek" adlı kitap yöntemin tüm ayrıntılarını anlatıyor. Kitapta okuduklarınız son derece tanıdık gelirse şaşırmayın…

Yeni Aktüel'in son sayısında çıkan ve Necla Bayraktar tarafından kaleme alınan yazının devamını şu adresten okuyabilirsiniz:

http://www.yeniaktuel.com.tr/top103,198@2100.html

8 Eylül 2009 Salı

EREN DENİZLE TANIŞTI




Eylülün ilk haftasında, o hava sıcaklığının biraz arttığı hafta tatildeydik. Deniz mevsiminin neredeyse son günlerini yakaladık. Banyo yaparken başını yıkayana dek kikir kikir gülen çocuk, herhalde denizi de sevecektir diye düşünürken ilk anda uçsuz bucaksız denecek kadar uzun ve ferah kumsalı görünce birazcık ürktü sanki. Sonra alıştı, hoşuna gitti; ayaklarını çırptı, elleriyle suyla oynadı. Sanırım deniz sevgisi içine girdi; diğer günler kumsaldan denize doğru sanki koşar adım gidiyordu, halen yürümesini iyice pekiştirmemiş olmasına rağmen. Kumlarla oynadı, sahilde yürüttük, bol bol güneşlendi uygun saatlerde ve biz daha sahilden ayrılmadan, kucağımızda uyuyakaldı.

Pazar günü eve dönerken herkesin üzerinde tatlı bir yorgunluk vardı.

28 Ağustos 2009 Cuma

Sorumsuz, Öfkeli Çocuklar Yetiştirmeyin

Yeni nesil çocuklar ve ana-babaları bazen çok sevimsiz oluyorlar. Okulda, doğum günü partilerinde, sinemada, sokakta, oyun parkında, otobüste, lokantada, alışveriş merkezinde, markette...

Her yerde görebilirsiniz onları. Bağıran, tepinen, yaşıtlarının ya da daha küçüklerin oyuncaklarını ellerinden alan, vuran, küfreden çocuklar ve onları hiçbirşey yapmadan, müdahele etmeden , hatta gülümseyerek izleyen anneler...Bir kere bu çocukların çok "hassas"bir özgüvenleri var nedense! Anneleri, "aman çocuğumun özgüveni zedelenmesin"diye çocuk ne yaparsa yapsın sesini çıkarmıyor. Sınır konulmayan, ne kadar olumsuz davranırsa davransın ceza verilmeyen, hatasının bedelini yaşamayan, sorumluluk almayan, saygısızlığı, bencilliği desteklenen çocuklarla ilgili gözlemlerimi, yetişkin ve çocuk psikiyatristi Prof.Dr.Bengi Semerci' ye aktardığımda, bu durumu yıllardır yazdığını ve konuşmalarında ele aldığını, bunu düzeltmenin yolunun da kurallı, düzgün, yaşına uygun bilgilendirilen ve kontrol edilen çocuk yetiştirmekten geçtiğini söyledi.Prof. Semerci, yeni nesil anne-baba tutumlarını şöyle anlattı:

"Ah, ben ona hiç hayır diyemiyorum.O kadar çok seviyorum ki üzülmesine dayanamıyorum" bir çok anne baba bu cümleyi sıkça tekrarlıyor. Ona hayır dememenin sevgisini göstermek olmadığını bilmeden , hatta bazen zarar verici olduğunu düşünmeden. Nelere hayır diyemediklerine baktığımızda çocuğun neredeyse tüm yaşamını görebilirsiniz. Uyku saatinden, yemek yeme düzenine, ders çalışmasına, televizyon seyretmekten, kendine zarar verecek şeyleri denemesine değin gider. Sonuç olarak, anne babalar artık hiçbir zaman hayır diyemiyorlar. Onlara ya, çocuklarının gözlerinin önünde zararlı alışkanlıklara kapılmasını, okuldan kopmasını, gitmelerini istemedikleri yerlere gitmelerini çaresizlik içinde seyretmek kalıyor, ya da günün birinde kendilerini, çok sıkıştıkları bir anda hayır dediklerini gören, o zamana kadar hayırın anlamını öğrenmediği için şaşkın ve isyankar çocuklarına nedenleri anlatmaya çalışırken buluyorlar."

NASIL HAYIR DENİR?
Prof. Semerci " Çocuklarımız doğdukları andan itibaren bize güvenmek isterler" diyor.Yani, eğer biz, onlar adına verdiğimiz kararlarda, isteklerde tereddütlüysek, telaşlıysak, kaygılıysak onlar da öyle olacaktır. Onlara her zaman net ve kararlı konuşmalıyız. Örneğin, " yatman gerekli", " bu programı seyretmemelisin" gibi isteklerimizi " iyi olur, ama ben aksine ikna olabilirim" ifadesi ve ses tonuyla değil, "gerekli ve yapmalısın" şeklinde söylediğimizde çocuk rahatlayacak ve yapacaktır. Aksi durumda aramızda gereksiz çatışmalar çıkacak, her iki taraf da üzülecektir. Prof. Bengi Semerci, herşeye evet demek kadar, herşeye hayır demenin de yanlışlığına değiniyor. Gerçekten yapılmaması gerekenlere hayır demek çocuğa güven verir. Çocuklar her zaman sınırı zorlar. Ona sınır koymak, bu sınır gerçekçiyse ve doğruysa çocuğu da rahatlatacaktır. Hayır dememiz gereken konularda, başkalarından yardım almak, yani, " deden kızar", "öğretmen kızar", "doktora söylerim" demek sizi "iyi" anne-baba olarak göstermez.
Aksine yetersiz ve ne yapacağını bilmeyen erişkin olursunuz.Çocuk bu durumda yapmaması gerektiğini anlamayacak, sizin yanınızda ama kızabilecek kişilerin uzağında bu davranışların doğru olduğunu düşünecektir. Oysa çocuğunuz için doğru ve yanlışı öğreten otorite anne ve baba olarak siz olmalısınız.

Çocuklarımıza doğruyu yanlışı, oluru olmazı öğretmek zorundayız, hem de anne baba olarak birlikte tek ses olarak. Onların sınırlara, nerede duracaklarını öğrenmeye, durmadıklarında karşılaşacakları bedelin ne olacağını bilmeye hakları var. Bunları öğrenecekleri yer de aileleri olmalı. Aileleri olmazsa başka birileri öğretebilir ki bu hem zarar hem de acı verici olabilir.

ÇOCUK YETİŞTİRMENİN REÇETESİ
Çocuklarımıza örnek olmalıyız.
Davranışlarımızda kararlı ve tutarlı olmalıyız.Onlara yaşlarına uygun davranmalı, becerilerinden fazlasını ya da azını istememeliyiz.
Onları korumalı ve sevmeli, ancak aşırı koruyucu, kendi yaşantımızdan vazgeçip onlar adına herşeyi yapan sonra da kendi kendilerine yetmiyorlar diye kızan anne babalar olmamalıyız.

FİGEN ATALAY ( Cumhuriyet Gazetesi )

22 Ağustos 2009 Cumartesi

' YORGUNUM HANCI '


Dün hem Eren' i gezdirmek, hem de bir işimi halletmek için öğleden sonra çarşıya gittik. İşimi görüp eve dönerken Eren arabasında uyudu. Uyku saati gelmişti, hatta geçiyordu bile; sabahleyin bir saat kadar uyumuştu ve uyanalı beş saat falan olmuştu, bu uyuma normaldi. Beş on dakika içinde eve geldik. Uyanmasın aman, yavaşça alıp yatağına götüreyim derken uyandı. Bu kez uykusu açılmasın hemen birşeyler yedirip yeniden yatırayım düşüncesiyle acele yemeğini hazırlayıp yedirdim. Yatağına yatırdım, yatırdım ama bir mızmızlık tutturdu gidiyor. Herhalde doymadı diye yarım muz getirip yedirdim. Boşalan tabağı götürürken ağlamaya başladı. Yine doymadı diye yarım muz daha getirdim, onu da yedi. Artık uyur ümidindeyim ben de çok yoruldum, hem dinlenmek istiyorum biraz, hem de uyumazsa akşam erkenden yatacak, gece yine olaylı geçecek; bizim yatacağımız zaman uyanacak, acıkacak falan. Ne var ki mızıltılar devam ediyor; galiba biberon istiyor dedim kendi kendime, bazen biberonsuz uyumuyor karnı tok da olsa biberonla birşey içecek. Acele biberona süt doldurup koşturdum. Bir güzel onu da içti. Yine mızmızlığa devam, hiç uyumaya niyeti yok. Derdi açlık değilmiş dedim, ' artık biraz uzanmak istiyorum Eren hadi başını koy yastığına ayıcık da uyuyor bak ' falan diyorum ama nafile. Uyumaya niyeti yok. Yataktan aldım yere bıraktım. Sanki uzun bir uykudan yeni kalkmış gibi oyuncaklarına saldırmasın mı? Uykusu şaştı mı, açıldı mı bilmiyorum. Haydi bakalım ne yapacağız şimdi, benim dinlenmem bir yana bu gece şenlik var diye düşüne düşüne kaldım.


Akşam hergünkü uyuma saati geldiğinde bile hala top koşturma peşindeydi, şaşırttı bizi. Bazen böyle değişiklikler yaparak O da yaşamını rutinden çıkarıyordu herhalde. Ne bu kalk oyun oyna, yemek ye yat, sonra kalk yine oyuncaklarla oyna yine yat. Yatmayacağım on dakika kestirdim bana yetti der gibiydi.

Gece uykusuna yatarken de hergünkünden daha zor uyudu. Uyuma sorunlarımız oldukça azalmıştı. Karnını doyurup yatağına yatırıyoruz, müzik çalıyoruz hafifçe, veya bildiğimiz çocuk şarkılarını ninni formunda söyleyerek uyuyana kadar yatağına yakın yerde oturup, yatıp bekliyoruz. Bazen masal okuyoruz. Yatağında bir aşağı, bir yukarı dönüp yumuşak oyuncaklarıyla oyalanıp sonunda uykuya dalıyordu kendi kendine. Ama bu gün o günlerden biri değildi.
Yemekten sonra yatağıma zor attım kendimi.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

MEMEYE VEDA

Bu kez gerçekleşti. Eren' e memeyi unutturma, bıraktırma çabamız sonuçlandı.
10 Ağustos günü Annesi yeniden memeden kesme kararını uygulamaya geçirdi. Ateşli günler geride kalmış, Eren kendini toparlamıştı. Ne var ki hastalığı döneminde eskisinden daha çok düşkün olmuştu memeye. Bu kez daha zor olacağını tahmin ediyorduk ama bu iş nasıl olsa birgün bitirilecekti ve o gün geciktikçe daha acılı olacağı görülüyordu.
Evet, yeniden karar verildi; artık meme yok. Meme yok ama bunu Eren' e nasıl kabul ettireceğiz, hangi yöntemlerle anlatacağız. Evvel zaman içindeki yöntemler memeye kara sürerek, salça sürerek çocuğu tiksindermeye dayanıyordu bir bakıma. Yani daha düne ya da sabaha kadar emdiği memeye bir anda ne oldu da böyle oldu diye çocuğun neler algılayacağı hiç düşünülmüyordu sanırım. Düşünenler ve sorguluyanlar bu yöntemlerin yanlış olduğunu topluma anlatmış olmalılar ki, Annesi de araştırmaları sonunda memenin üstüne birşeyler sürmeyeceğini söyledi. Memenin rengi değişmeyecek tamam ama ne yapacağız?
İlk günü sabaha kadar yarım saatte bir, bir saatte bir uyanan meme arayan Eren' e biberonla kefir, ayran gibi şeyler vermeye çalıştık. İlk gece her iki taraf da uykusuz sabahı bulduk. Gündüz sorun yok, Annesi işte zaten meme yok Eren bunu çoktan biliyor.
İkinci gün akşam üzeri bir çay bahçesinde oturuyoruz. Eren Annesinin kucağına yapışmış bir de meme diye tutturmuş çay bahçesini inletiyor. Ne dolaştırmamız fayda ediyor, ne de ordaki salıncaklara bindirmemiz. Orda bulunan ve hemen hemen Eren yaşıtlarında bir kızı olan genç bir anne soruyor: Neden ağlıyor? Anlatıyoruz; tesadüf O da yeni kesmiş kızını memeden. Memeye limon sürmüşler çocuk da sevmemiş, istememiş. Biz de bunu yapabilir miyiz diye konuşurken Annesi ' Bu olabilir ' dedi. ' Sonuçta memenin doğal görünümü değişmeyecek '.
Eve dönünce Eren yine kıyameti koparıyor, hiçbir şey yemek istemiyor. ' emme, emme ' sadece bunu haykırıyor. Elimize limonu aldık, memelere sürdük bolca. Bir yandan da ' ya aldırmaz emerse ' diye tedirginiz. Memeye yatınca tüm gücüyle bir saidırdı emmeye, anında geri çekildi, eliyle ittirdi... ' İşe yaradı ' diye düşünmeye kalmadı yeniden atıldı memeye ' eyvah emiyor ' diye ben elimde limon memeye sürekli sürüyorum memeyi bir tutuyor, bir bırakıyor bırakınca hemen emziği verip susturmaya çalışıyoruz. Daha fazla devam etmedi Annesi memeyi kapattı , işte bu Eren' in memeden son bir fırt çekişi oldu. Annesi ' memenin dışı ekşi ama emince gelen sütün tadı aynı, memeden çekmesek devam edebilirdi ' dedi. Kuvvetli bir olasılıktı.
Ondan sonraki iki gece zorlu geçti. Apartman değil mahallenin ayağa kalktığı oldu, gece sokak gezmelerimiz oldu, ancak dördüncü gece yavaş yavaş hafiflemeye başladı haykırışlar.
Bugüne geldiğimizde herşey daha rayına oturdu. Yemeklerini daha iyi yemeye başladı; yani karnı doyuncaya kadar yiyor memeye güvenmiyor artık. Geceleri de memeye alışkanlıktan iki de bir uyanıyordu , şimdi de uyanıyor ama daha uzun sürelerde biberonunu emip uyumaya devam ediyor. Annesi de bir uyku yüzü gördü şimdilerde.

4 Ağustos 2009 Salı

ATEŞ VE DİŞ ÇIKARMA



Geçen pazartesi Eren' in ateşi çıkmıştı. İki gün bekledik, evdeki ilaçlarla düşürmeye çalıştık, olmadı. Daha önceleri de zaman zaman ateşlendiği olmuş, bir iki gün içinde evdeki ilaçlarıyla geçmişti. Bu kez inatçı bir ateş ki ne yapsak düşmüyor. Biraz azalır gibi oluyor, kısa süre sonra hemen yükseliyor. Doktor boğazında enfeksiyon var biraz demiş antibiyotik yazmış. Böylece antibiyotikle de tanışmış oldu erkenden. Tabii bu nasıl oldu, nerden oldu bilemedik. İki saat arayla, iki değişik ateş düşürücü veriyoruz yine de baş edemiyoruz bu inatçı ateşle. Ateşin 39 lara yükseldiği durumlarda hemen ılık duş yaptırdık, ya da ılık su ile ıslattığımız bezlerle ellerine ayaklarına, alnına kompresler yaptık, sildik. Bu oldukça işe yaradı. Uzun süreli olmasa da vücudun hararetini aldı. Ancak beşinci günden sonra ateşi tam kesilmedi ama oldukça düştü. Ateş düşürücüleri günde bir iki kez vermeye başladık.


Bu arada altta sadece iki dişi varken azı dişleri oluşmaya başlamış, birisi kendini iyice gösterdi o günlerde. Elleri sürekli ağzında, ne bulsa kemirmeye başlıyor, hiçbirşey yoksa elinin altında bizim elimizi, kolumuzu ısırmaya çalışıyor. İştahı yok, hiçbir pütürlü şeyi nerdeyse ağzına almıyor. Dün akşam biraz muhallebi yedirebildik. Zayıfladı, süzüldü.
Bu azı dişleri pek sarstı Eren' i.

26 Temmuz 2009 Pazar

ARTIK ANNE SÜTÜ YOK MU?

Bugün pazar. 26 Temmuz 2009 Eren için yine önemli bir gün. Annesi memeden kesmeye kesin olarak karar verdi. Sabah kahvaltısından önce son olarak emiştiler. Bugün, yarın ve daha sonraki günler artık anne memesinden beslenmiyecek Eren. Annesi bu kararı kolay almadı. Gece sabaha kadar meme için sürekli uyanıyor. Memede süt oluyor ya da olmuyor ama mutlaka memeyi bir emecek. Gerçi o emiş sahneleri çok güzel oluyordu; bir emip bir bırakarak, annesinin tişörtleriyle oynayarak, ayaklarını keyifle uzatıp yayarak, emerken anne kucağında olmanın güveni içinde kendinden emin çevreye gülücükler atarak keyifli ve güzeldi. Ama bugün mutlaka birgün gelecekti.

Memeden kesme için en doğru zaman bir çocuk için ne zamandır? Kaç aylıkken, ya da kaç yaşında? Bunun kesin bir zamanı söylenebilir mi bilmiyorum. Eren ondördüncü ayını yaşıyor. Bir sıkıntısı yok ise diş çıkarma gibi falan, hemen hemen her şeyi yiyor. Bir çok yiyeceği O' nun yiyebileceği gibi ezip yumuşatarak veriyoruz. Hani vitaminsiz kalacak diye bir durum söz konusu değil. Yine de iki yaşına kadar emzirmek istiyordu Annesi. O' nun bu kararı almasında en çok gece uykuları etkili oldu. Gece ne Annesinin, ne de Eren' in doğru dürüst uyku uyuduğu yok. Sık sık uyanıp memede emerken uyuyor, Annesi hep uykuya hasret işine koşturuyor.

İşte tüm bunlar bir araya toplanınca memeye veda günü geldi.

Yeni doğduğu günlerde memeye tutturmak için çabalamıştık, şimdi de ' az acılı ' bir şekilde bıraktırma çabaları başladı.

Bugün pazar, Annesi emzirip uyuturdu. Uyku saatinde ortalarda gözükmedi, biberona kefir koyarak uyuttuk. Önemli olan geceyi atlatmak.

Bu gece bizi ve komşuları Eren' in feryatları bekliyor olabilir...

ERTESİ GÜN
Geceyi beklediğimizden rahat geçirdik diyebiliriz. Rahat geçirmek demek herkesin rahat uyuduğu anlamına gelmiyor, Eren' in feryatlarının beklediğimizden az olması demek oluyor. Annesi dün akşam deliksiz bir uyku uyuyacağım diye sevinirken, bir yandan da Eren' i kucağına aldığında O' nun memeye doğru uzanıp emmek istemesi gözyaşlarını akıtıyordu. Hüzünlü bir ayrılışı yaşıyorlardı sanki. Annesi gece nöbetini bize devredip uyudu gerçekten de aylardan sonra kesintisiz bir uyku. Ama alıştığı gibi sık sık uyanan Eren' e biberonu emdirmek de bize düştü. Herhalde gün içinde de uyurken biberonla kefir, meyve suyu falan içtiği için olacak fazla yaygara koparmadı.

Böylece sabahı ettik.

Bu iş kolay olacak galiba diye sevindik de.

Sabahleyin kahvaltı sırasında baktık ki Eren' in ateşi var.
Gün içinde ateş devam etti .Ateş için verdiğim şurubu da kustu. Akşam üzeri ateşi hala düşmemişti, yine ateş şurubu verdim yine kustu tüm yediklerini de. Hiç hali kalmadı, sarardı soldu bir anda. Annesi hiç istemiyordu ama ateş için fitil koymaya mecbur olduk.

Bu durumda memeden kesme olayı da ertelendi, Eren yeniden memeye kavuştu.

Annesi dünden beri süt azalsın diye adaçayı içiyordu, süt azalmış olmasına rağmen yine de birikmişti. Doya doya emdi ve kusmadı. Ama ateşi devam ediyor.

Memeye veda başka bir zamana kaldı.

YÜRÜME ÇALIŞMALARI

Eren emeklemeye başlayalı aylar oldu. Yaşını bitirince yürür mü acaba diye bekledik ama yürümedi. Şimdi on dördüncü ayda yürüme çalışmaları hızlandı.

Bir hafta falan oluyor, yerden kucağıma alırken kollarından tutup ayaklarıyla o anda önümüzde duran topuna vurdurttum; çok hoşuna gitti kikir kikir gülmeye başladı ve tekrar tekrar bunu yapmak istedi.

Tabii bu bizim de hoşumuza gitti, kollarından tutmamız yetiyor, kendi ayağını ayarlayıp sanki topa şut çekiyor. İşleri ilerlettik, artık önümüze ne çıkarsa vurmaya eğlenmeye başladı. Durmadan ayağa kalkmak, yürüyüp birşeylere vurmak istiyor. Bu hepimizin hoşuna giden durumu kısa sürede bitirmek zorunda kaldık; çünkü yürümeye çalışırken sadece topa ya da başka bir nesneye vururken değil normal adım atmaya çalışırken de ayağını birşeye vuracakmış gibi kaldırıp kaldırıp savurmaya başladı. Artık kolundan tutup yürütmeye çalışmıyoruz, zaten bunu yapmayın diyormuş doktorlar da; alışırlar birinden destek alarak yürümeye. Ama ne var ki iş işten geçti, şimdi de Eren her fırsatta ayakta kalıp birşeylere vurmak istiyor. Tabii bizden destek alarak.

Ama şu son birkaç günde baktık ki elimizi itip, ellerini havaya kaldırıp kendini dengeleyerek ayakta durmaya çalışıyor. O arada da bize bakıp, bakın artık duruyorum diye sevinç çığlıkları atıyor. Koltukta, yatakda, yerde hiç beklemediğimiz bir anda bakıyoruz eller havada ayakta duruyor. Haydi alkış, şamata hep birlikte : yürür artık bu hafta diye tahminler yürütüyoruz.
Vücut hazır olunca harekete geçiyor. İçimizde kaç fabrika uyum içinde çalışıyor, biz dışarıda nelerle uğraşırken.
Emekleme dönemi kapanıyor, durumlar onu gösteriyor. Eren' in yaşamında bir dönem daha bitip yeni bir dönem başlıyor.
Gerçi insanın yaşamı boyunca dönemler hep süregeliyor.
Yani insanı hep diri tutacak heyecan, insanın özünde saklı gibi geliyor bana.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Kendi Kararını Veren Çocuklar

Kendi kararını veren çocuk yetiştirmek doğru bir amaçtır.
Ancak bu amacı gerçekleştirmek için ne yapılması gerekiyor?
Nasıl bir yol izlenmeli ki ' çocuk kendi kararını verebilsin'?
Karar vermek, çok küçük yaşlardan verilmesi gereken bir eğitimdir.
Çocuk her zaman kendi kararını verebilir.
Amaç ' doğru karar vermek ' nasıl öğretilir?
Sorun buradadır.
' Doğru karar vermek ' için çocuk doğru ve yanlış kararlarının sonucuyla karşılaştırılmalıdır.
Bizim gözden kaçırdığımız yer de burasıdır.
Biz, çocuklarımıızın doğru kararlarını alkışlarız.
Yanlış kararlarının sonuçlarını ise örteriz.
Çünkü çocuğumuzun üzülmesini istemeyiz.
Çocuğumuzun düş kırıklığına uğramasına dayanamayız.
Çocuğumuzun bir yanlışın sonucuyla sıkılmasına katlanamayız.
O zaman da çocuğumuz kendi yaptıklarının sorumluluğunu alamaz.
Her başarısızlığın kendi dışında kalan nedenlerini arar.
Kendi yanlışlarını göremez.
Kendi yanlışlarını kabul edemez.
Kendi yanlışlarına katlanamaz.
Kendi yanlışlarını göremediği içinde bunları düzeltmek fırsatını bulamaz.
Böyle alışan çocuk yanlışlarının sonuçlarına katlanamadığı için doğru karar vermeyi de öğrenemez.
Böylece çocuk gerçekte ' karar vermeyi öğrenememiş ' olur.
.............

Yapılacak iş açıktır.
Çocuklarımızı kendi kararlarının sonuçlarıyla karşılaştıralım.
Onlara kararlarını ölçerek vermeyi öğretelim.
O da rahat edecektir, biz de....

ERDAL ATABEK
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi

17 Temmuz 2009 Cuma

OYUNCAKLAR

Üst sağdaki oyuncak faaliyet merkezi


'Gelişim basamakları boyunca çocuğun hareketlerine düzen getiren, zihinsel, bedensel ve psiko-sosyal gelişimlerine yardımcı olan, hayal gücünü ve yaratıcı yeteneklerini geliştiren tüm oyun malzemesi oyuncak olarak tanımlanabilir. Su, kil, kum gibi doğal oyun malzemeleriyle, boş kibrit kutusu, makara gibi artık ürünler de oyuncak kapsamına girer.

Oyuncaklar, çocuğun doğal yeteneklerini kolaylaştıran, böylelikle de büyük bir eğitimsel işlevi yerine getiren oyun malzemeleridir. Çocukta seçme ve değerlendirme duygusunu de geliştiren oyuncaklar, bu işlevleri ile çocuğun kendi kendine karar verebilmesine ve belirli bir alanda beceri kazanmasına olanak hazırlar.

Eğitimsel değeri büyük olan oyun malzemelerinden biri ' su ' dur. Dokunma duyusunun gelişimini sağlayan önemli bir oyun aracı olan su, aynı zamanda çocuğa büyük bir haz verir. Deneyim ve keşif olanakları sağlayan su sayesinde utangaç çocuk uyarılır, saldırgan çocuk sakinleşir. Su ayrıca çocuğun dikkatini uzun süre bir konu üzerine toplamasına da yardımcı olur.

Kum ve su 2 yaşından itibaren tüm yaşlar için temel oyun malzemeleridir. Açık hava oyunlarının yanında, kum havuzu ya da su dolu bir leğende oyun oynamak olanağının çocuğa sağlanması, onun fiziksel olduğu kadar zihinsel gelişimine ve güven kazanmasına yardımcı olur.'


Yukardaki bilgiler Haluk Yavuzer' in bir önceki yazımda da bahsettiğim ' ÇOCUĞUNUZUN İLK 6 YILI ' adlı kitabından. ' Çocuğun yaşına, beceri ve ilgisine ' göre de oyuncaklardan örnekler vermiş aynı kitapda.

Bizim kullandıklarımız : Her çocuğun ilk ve baş oyuncağı olan çıngıraklar,

yumuşak oyuncaklar ( evde birkaç tane kendimiz yapmıştık ),

faaliyet merkezi ( 6. aydan itibaren öneriliyor, bununla çok oynuyor, ilgisi hala eksilmedi ),

telefon,

iç içe geçen kaplar,

şekilli kutular,

toplar,

müzik oyuncakları ( bir org alındı, çeşitli müzik aletlerinin sesini ilgisi oldukça dinletiyor, parmaklarıyla basmasını sağlıyoruz )

ve kitaplar.

Oyuncaklarla oynarken renklerini ve şekillerini söylüyoruz. Kaç tane olduğunu sayıyoruz o ara ilgi duyuyorsa. Ne yaptığımızı anlatıyoruz .

12 Temmuz 2009 Pazar

BİR YAŞINDA OYUNLAR VE OYUNCAKLAR



Haluk Yavuzer' in Çocuğunuzun İlk 6 Yılı adlı kitabında bir yaşındaki çocuğun yapabildikleri özetle şöyle belirtiliyor: ( Oyun ve oyuncaklarla ilgili olanları seçtim.)

1-Boşlukların içine uygun şekilleri atmayı, çeşitli legoları dizerek kuleler yapmayı, objeleri diğerlerinin içine koymayı , eşyaları vida gibi döndürerek hareketler yapmayı öğrenir.

2-Kendisine gösterildiğinde tahta küpleri bardağın, kutunun içine koyabilir, dışına çıkarabilir.

3-İstenildiği zaman, hatta bazen kendiliğinden oyuncakları yetişkine verebilir.

4-Gözünün önünde saklanan oyuncakları süratle bulur.

Eren oyuncaklarıyla oynarken araya girip bunları oyun içinde yapmasına yardımcı oluyoruz. Emziğini küçük kapların altına saklayıp ' hani emzik ' diye bulmasını istiyoruz. Topla çeşitli oyuncaklar oynatıyorduk zaten uzun zamandır, artık topu değişik yönlerden ona atıp tutmasını bekliyoruz. Kuleler yapmasına yardımcı oluyoruz ama O daha çok kuleyi yıkmayı istiyor. Önceleri bir kabın içindeki objeleri hemen yere boşaltıp karıştırmak isterken, şimdi içine atmasını istiyoruz, artık bunu yapmaya başladı.




Bunlardan başka Eren' in çok keyif alarak oynadığı oyunlar var: Hemen hemen her çocuğun pek sevdiği mutfak gereçlerini fırsatını yakaladığında dolabı açıp aceleyle kapmak, annesinin pilates topunu evin içinde dolaştırmak, su damacanası ( biz yetişene kadar ), sandalyeleri ve mama sandalyesini evin içinde ittirip yürütmek gibi.



Daha önceki aylarda büyük boyutlu resimleri olan kitaplardaki resimleri gösterip anlatıyorduk gördüklerimizi. Bugün annesi, uykusu geldiğinde karnını doyurup yatağına bıraktı ve kitap okumaya başladı. Oyun oynarken kitap okumayı denemiştim bir keresinde dikkatini vermemişti. Ama bugün ilgiyle dinlediğini gördük. Arada kitaptaki resimleri de gösterdi Annesi anlatarak. Buna artık ben de devam edeceğim.



9 Temmuz 2009 Perşembe

Diş Çürüğü

Diş çürüğünün anne-babadan çocuğa bulaşabileceğine dikkat çekildi.Diş hekimi ve protez uzmanları 1 ile 2,5 yaş arasındaki çocukların ağız ve diş sağlığından ebeveynlerin sorumlu olduğunu anımsattı.

Diş hekimi ve protez uzmanı Çağdaş Kışlaoğlu, 'Anne-baba bebeğini beslerken kaşık,emzik,biberon gibi araçları kendi ağzıyla temasta bulundurmadan kullanmalıdır. Aksi halde anne, çürüğe yol açacak organizmaları kendi ağzından bebeğine aktarır. ' uyarısında bulundu.

Bebek doğduğunda ağız ortamının çürük yapıcı bakterileri içermediğini anımsatan Kışlaoğlu, ' Bu bakteriler büyük olasılıkla dişler sürmeye başladığında, sıklıklada anneden bebeğine bulaşır.' dedi.

Çok bileşenli bir enfeksiyon hastalığı olan diş çürüğünün bulaşıcı özellik taşıdığını belirten Kışlaoğlu, bu bulaşmada anne-babanın dikkat etmesi gereken belli özellikler olduğunu söyledi. Kışlaoğlu annenin bulaşmayı üç yaşına kadar kontrol etmesi durumunda çocukta çok şiddetli çürük enfeksiyonu yaratma olasılığının düşeceğini vurguluyarak, ağızlarında yılda 2 'den fazla çürük oluşan çocukların, çürük gelişimi açısından oldukça yüksek bir risk altında olduklarını kaydetti.

Kışlaoğlu, şöyle devam etti: ' İlk süt dişlerinin sürmesini takiben anne ve baba, bebeklerinin dişlerini ya bu iş için üretilen özel fırçalar, ya da temiz tülbent, gazlı bez parçası yardımı ile düzenli olarak fırçalamalıdırlar. Bebeklerin beslenmesi sırasında ballı emzik, şeker içerikli sıvı gıdaları içeren biberonun kullanımları biberon çürüğü olarak adlandırılan üst ön kesici dişlerde çüürüklerin oluşmasına neden olmaktadır. Bebeklerin uykuya şekerli süt içeren biberonlarla yatırılmaları ağızlarında kalıcı sorunların oluşmasına neden olur.'
Kaynak:Cumhuriyet Gazetesi

2 Temmuz 2009 Perşembe

Anneler Sabırsız

Türkiye' deki annelerin çocuklarına karşı davranışları Batı Avrupa ve Kuzey Amerika' da görülenlerden farklı.

1-Anneler 3 yaşındaki çocukları ile 10 dakikalık bir oyun sırasında çocuklarına ortalama 144 komut veriyorlar, 26 eleştirel yorum yapıyorlar. İtme ya da fiziksel kısıtlama gibi 14 olumsuz fiziksel davranışta bulunuyorlar.

2-Çocuklar aynı oyun sırasında 10 dakikada ortalama 7 olumsuz davranışta bulunuyorlar.
3-Her 4 anneden sadece 1 tanesi bu 10 dakikada çocuklarına fiziksel olarak sıcaklık ya da sevgi gösteriyorlar.

4-Annelerin 10 dakikalık oyun sırasında gösterdikleri etkileşimlerin 3' te ikisi olumsuz. Bu oran ABD ' deki benzer annelerin benzer durumda gösterdikleri olumsuz davranışların iki misli.

5-3 yaşındaki çocukların her bir olumsuz davranışına anneler, ortalama 31 olumsuz tepki ile yanıt veriyorlar.Bu oran, ABD' deki anne-çocuk etkileşimlerinde 2,5 ; psikolojik tedavi gören çocuklarla annelerinin etkileşiminde 7 civarında. Çocuk istismarı ile suçlanan anneler arasında 10.

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi

28 Haziran 2009 Pazar

ADDA GİTMEK


Bugünlerde Eren pek bir mutlu. Addalar çoğaldı. Teyzesi ve kuzeni geldi kısa bir süre için. Oyun oynayacak kişi çoğaldı, addalar da. ' Hadi adda gidelim ' deyince teyzesi, hemen kucağına atlayıp kapıya bakıyor. Kapıya gidince de kapının kolunu açmaya çalışıyor. Hele kuzeni ile arası pek şekerli. Onun gözünün içine bakıp mırın mırın konuşuyor sanki. Kuzeni de o kadar sıcak, yumuşak ve sevecen davranıyor ki O' na, ortalıkta mutluluk baloncukları uçuşuyor. Derken gezmelere giderken el sallayıp, bay bay yapmayı da öğrendi bu arada. Artık herşeyi çok çabuk ve kolay taklit edip, öğreniyor. ' Anne gel ' demeyi öğretirken o çocuksu söylemlerden biri yinelendi: ' anee del '. Böylece ilk tümcesini de söylemiş oldu. Fotoğrafa yürekten meraklı kuzeni O' nun değişik pozlarını yakalayıp, bir albüm yaptı. O bu konuda uzmanlaşmaya doğru yürüyor.
Bakalım Eren hangi konuları merak edip, ilgilenecek.

17 Haziran 2009 Çarşamba

İLK DOĞUM GÜNÜ


Birinci yılını tamamladı Eren. Bugün bir yaşında. Her zaman söylendiği gibi zaman su gibi akıp geçti diyebilirim, ama geriye dönüp baktığımızda öyle kolay da geçmediğini görüyoruz. Hele hastanedeki o ilk günler. Sonra memeyi tutturma çabaları, memeden sütü sağıp anne işteyken biberonla vermeler, uyumaları, uyumamaları. Gece annenin uykusuzlukları ki; hala devam ediyor. Diş çıkarmaları, ateşlenmeleri. Ah bir otursa demelerimiz, sonra emeklemesi. Söylediği her heceye sevinmeler, oyunları- oyuncakları derken: işte bir yıl doldu, şimdi yürümesini bekliyoruz. Yeni sözcükler söylemesini. Bizimle oynadığı oyunlara seviniyoruz, müzik duyduğunda el çırpmalarına katılıyoruz. İlk günlerden beri O' na çevremizdeki her şeyi anlatıyorduk. Şimdi anlatmalar- konuşmalar daha uzunca oluyor ve bizi dinlediğini görmek sevindiriyor.


Yani sözün özeti yaşamın özünde olduğu gibi sevinçlerle, hüzünlerin harmanlandığı bir yılı geride bıraktık. Dileğimiz önümüzdeki yılların sağlıkla, sevgiyle geçmesi. Herkes için de diliyoruz bu dileği aynı zamanda.

Mumunu üfleyemese de, pastasından yedirdik. Nice yıllara Eren.

8 Haziran 2009 Pazartesi

DUYGULU BİR OLAY


Bugün Eren beni çok duygulandırdı. Oyuncaklarıyla oynarken bir ara O' na Annesinin adını söyleyip bekledim. Birkaç kez tekrar ettim. Güya Annesinin adını öğreteceğim. Yüzüme dikkatlice bakıyor, nerdeyse tekrar edecek gibi görünüyordu. Ama O birdenbire hızlıca emekliyerek koridora, oradan da yatak odasına yöneldi. 'Anne memme ' diye diye yatak odasının kapısını itip açtı ve odaya girdi. Etrafa aranarak baktı, karyolaya baktı, sağa- sola baktı, sonra tekrar koridora döndü sokak kapısına yöneldi. Bu arada ağlamaya da başladı. Sokak kapısına gelince tutunup ayağa kalktı ve kapıya küçücük elleriyle vurmaya başladı pat pat. 'Anne memme, anne memme ' .

Şaşırıp kalmıştım, Annesinin adını söyleyince O' nun geldiğini sandı herhalde diye düşünüp kapıyı açtım: ' Bak kimse yok kuzum, anne akşam gelecek .' dedim ama nafile. Ağlamasını durdurmak için uğraştım bir süre.

İyi olacağını düşünerek yaptığımız bazı hareketler işte böyle olmadık sonuçlar doğurabiliyor karşı tarafta. Onun nasıl algılayacağını herzaman kestiremiyor ki insan. Gün boyunca yaptığımız konuşmalar, davranışlar onun tarafından nasıl algılanıyor, beynine nasıl kaydediliyor, O' nda ne gibi etkiler bırakıyor?

Çocuğun büyüme sürecinin ne denli önemli olduğunu hergün daha çok anlıyorum.

3 Haziran 2009 Çarşamba

EREN YİNE KABIZ OLDU


Hemen hemen bir aydır kakasını zor yapıyor Eren. Ikına ıkına bir parça çıkarıyordu önceleri , son günlerde onu da yapamaz oldu. Önceki denediklerimizin hiçbiri fayda etmedi. Kabak, salatalık, çilek, kayısı denemelerimiz sonuç vermeyince doktora gittik. Doktor ' Kakasını yaparken zorlandığı ve acıdığı için korkuyor ve içinde tutuyor. ' dedi. Duphalac yazdı. Sabah akşam verilecek, kabızlığı geçse bile devam edilecek bir müddet, artık acımadığı normal olarak yaptığını kanıksayıncaya kadar.

Tamam dedik, veririz yeter ki normale dönsün bağırsakları. Dünyanın tadı yeyip, içip dışarı atmak değil mi? Öyle de tadıyla yeyip, tadıyla atmak ister her insanoğlu da, herhalde değil mi?


Annesi İbrahim Saraçoğlu' nun sitesinden kabızlık için havuç suyu ve portakal ağacının yaprağının çayının iyi geldiğini okumuş. Havuç suyuna da başlıyoruz bugün. Portakal yaprağı bulunca onu da yaşına göre az az veririz ek olarak.

Bu arada yaşını doldurmaya az kaldı, yaşını doldurunca şeker ve tuz kısıtlaması da kalkıyor artık.Doktoru yaz olduğu için tuz vermemezlik etmeyin dedi. Fazla olmamak şartıyla. Artık bal ve ceviz de yiyebilecek. Büyükler ne yerse O da yiyecekmiş artık.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Geceleri Işıktan Uzak Durun

“Anneler, babalar!!! Çocuklarınızı karanlık ortamda yatırın. Kansere karşı koruyucu etkisi olan melatonin hormonu, beyinde karanlık uyku ortamında salgılanabilir... Unutmayın körlerde kanser olma oranı yoka yakındır.” Alıntı son haftalarda internette yayılan bir mektuptan. İnternette yayılan her mektubu ciddiye almak gerekmiyor, ama bunu yollayan güvendiğiniz bir doktor arkadaşınız olunca iş değişiyor. Konunun uzmanını bulmak ve soruları ona yöneltmek gerekiyor. Melatonin üzerine Alman Hastanesi’nden biyokimya uzmanı Dr. Süreyya Şahinoğlu sorularımızı yanıtladı.
- Bize melatonin ile ilgili genel olarak neler söyleyebilirsiniz?
- Son yıllarda hakkında daha fazla konuşulan ama fazla popülerleşmemiş bir hormon “melatonin”. 1950’lerin ikinci yarısında bulunmuş, beyindeki pineal bezden salgılanarak vücuda yayılıyor. Ayrıca mide-bağırsak sisteminde salgılanıp orada da etkili oluyor. En önemli özelliği vücudun biyolojik saatini ve ritmini ayarlaması. Yapılan araştırmalarda bulunan özellikleri konunun uzmanlarını dahi şaşırtmaya devam ediyor. Melatoninin kanser tedavisinden yaşlanmaya karşı ilaçlara bir dizi alanda mucizevi etkileri gözlenmiş. Anti-aging ilaçlarda kısıtlı kullanımına karşın, kanser tedavisinde henüz bir kitlesel tedavi yöntemi haline gelmemiş. Ancak konuyla ilgili çalışmaların çokluğu, bu konuda da çok kısa sürede gelişmeler olacağını işaret ediyor.
- Şaşırtıcı özellikleri biraz açabilir miyiz?
- En önemlisi, 1993 yılında bulunmuş olan antioksidan özelliği. Ayrıca yağda eriyebilme özelliği vücudun tüm hücrelerine kolayca yayılmasını sağlar. Bu da antioksidan niteliğini güçlendiriyor.
Farelerde yapılan deneyler sonucu meme kanseri ve bir tip karaciğer kanserinde melatoninin kanser durdurucu etkisi saptanmış. Yapılan araştırmalara göre gece vardiyası çalışanlarında meme kanseri çok yüksek oranda ve bu kişilerin kanında melatonin düzeyi çok düşük saptanmış.
Ek olarak tansiyonu düşürdüğü, mide-bağırsak sisteminde ve kemikler üzerinde koruyucu etkisi olduğu, osteoporoz’u durdurduğu, bağışıklık sistemi üzerinde uyarıcı etkisi olduğu ve uykuyu sağlayıcı özellikleri bilimsel olarak saptanmış. Uyku bozuklukları, mevsimsel afektif bozukluklar, bipolar afektif bozukluklar ve major depresyonlarda kullanılıyor. Serbest radikallere bağlı sinir hasarının görüldüğü kimi sinir sistemi hastalıklarında (Alzheimer hastalığı, ALS gibi) melatonin seviyesinin düşük olduğu bulunmuş.
- Vücudumuz nasıl melatonin üretiyor?
- Bu hormon akşam saat 21.00’den itibaren, gece boyunca karanlıkta salgılanıyor. Saat 24.00’den sonra ve özellikle 02-04 arası maksimum seviyeye ulaşıyor. Melatonin seviyesi düştüğünde de uyanıyoruz. Salgılanması gözün algıladığı ışık ile ilgili.
Çocuklarda melatonin kanda çok yüksek ve bu ergenliğe doğru ve sonrasında giderek düşüyor.
Melatoninin ergenlik başlangıcında da önemli bir rolü var. Yaşlanma süreçleriyle yakından ilişkili. Nitekim Çin ilaçlarının bir çoğunda, özellikle yaşlanmayı geciktirici ilaçlarda kullanılıyor, doğu tıbbı bunu çoktan kullanmaya başlamış.
- Melatonin bir kaynaktan alınıp takviye yapılabiliyor mu?
- Evet, bunun için kimi ilaçlar var. Ancak en iyisi doğal yollarla almak diye düşünülüyor. Öncelikle sağlıklı bir uyku düzeni ile melatonin salgınızı arttırabilirsiniz. Ve ek olarak kimi gıdaları tüketerek... Melatonin bizim zaten sık tükettiğimiz ceviz, siyah çay, domates gibi gıdalardan alınabiliyor. Bunun yanı sıra, yer fıstığında var; rezenede, anasonda, kuşkonmazda, brüksel lahanasında da çok miktarda melatonin bulunuyor.
- Öncelikle sağlıklı bir uyku düzeni, dediniz. Işık konusunda ne diyeceksiniz? Mutlak karanlıkta mı uyumalı? Yapay karanlık anlamlı olur mu?
- Bu konuda farklı görüşler var. Ama tamamen karanlıkta uyunmasını tavsiye edebiliriz. Uykunun uzun olması da önemli. Ama asıl kritik faktör ışık.
Yapay karanlık konusuna gelince, vücudumuzun gece-gündüz ritmini bozmamak gerekiyor. Zaten melatonin bu düzeni sağlıyor. Melatonin ışığa karşı duyarlı dedik, ışık uyarısı melatonin salgılanımını durduruyor. Örneğin körlerde bu uyarı yok ve melatoninleri düşmüyor. Öte yandan kanserin körlerde daha az görüldüğünü de biliyoruz. Gece çalışan kimi meslek gruplarında kanser oranlarının fazla olması da aynı durumla ilgili.
Şundan bahsetmek istiyorum. Dünya Sağlık Örgütü, 1986 yılında şunu saptamış: Dünyadaki kanserlerin yarısı, dünya nüfusunun beşte birlik bölümünde görülüyor. Burası da endüstrileşmiş, yani çok fazla ışığa maruz kalan bölgeler.
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi

15 Mayıs 2009 Cuma

BUGÜNÜN MENÜSÜ

Bugün yine iştahsız günlerinden biriydi Eren' in. Sabahleyin peynirini yedi yalnızca. Peynire hayır demiyor. Diğer öğünlerinde ne verdiysem iteledi, ağzını buruşturdu durdu. Kabak pişirdim, bağırsakları yine sıkı bugünlerde yumuşatır biraz diye. Kabağı uzatıyorum almıyor, yoğurdu verince ağzını açıyor. Kaşığa bakıp ona göre ağzını açıyor. Tarhana çorbası yaptım, onu da istemedi. Ya ağzını kapatıp illallah açmıyor, ya da eliyle kaşığa bir çarpıyor kaşla göz arasında, yemekler her yere saçılmış vaziyette. Önüne oyuncaklarından birini koyuyorum bir an onunla ilgilendiğinde kaşığı ağzına dayıyorum, oyuncağa daldığı için ağzını açıyor, hemen acele ikinci kaşığı da yetiştireyim derken oyuncağı fırlatıyor, ağzı yine kapalı. Başka bir oyuncakla yine bir kaşık, o oyuncak da kendini yerde buluyor. Bu böyle devam ediyor, ben artık çevreme bakınıyorum eline ne versem de biraz daha yedirebilsem diye. Dakikalar sonra yemek yedirme mücadelesi bitince yere bakıyorum, savaş alanı gibi : Çeşitli oyuncaklar, peçete paketleri, plastik mutfak eşyaları büyüklü, küçüklü yerde uzanmış, pes etmiş yatıyorlar.

Bugün böyle. Menüsünde sadece peynir ve yoğurt istiyor. Yine diş oluşum süreçlerinden birini yaşıyoruz sanırım. İşte görüldüğü üzere daha yaşını doldurmamış bir küçük insana istemediği bir şeyi yedirme çabası sonuç vermiyor; 'istenmeyen aş, ya karın ağrıtır, ya baş ' diyerek pes ediyorum. Aslında yaptığımın yanlış olduğunu biliyorum. Karnı açsa ve bir sıkıntısı yoksa yiyor diğer zamanlar. Bu şekilde yediğinin farkına da varmıyor, tadını da almıyor zaten. Karnı doymazsa uyumaz, ya da kısa bir süre sonra uyanır diye uğraşıyorum ben de.

Artık uyuma problemi yok diyemiyorum, ama önceki aylara göre oldukça rahatız. Şimdi emekliyor, her yere tutunup kalkıyor, sıralıyor ya, yoruluyor sanırım. Annesinin memesi içinde ağlamıyor artık; ayırdediyor annesinin evde olduğunu-olmadığını. Çevresine bir bakıyor ki kimse yok, ' sadece anneanneyle kalmışım yine, boşuna ağlamıyayım 'diyor herhalde.

İki gün sonra onikinci ayına girecek Eren.

Bakalım onikinci ayında ne gibi gelişmeler olacak.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Sevgisizlik Çocuklarda Öğrenmeyi Engelliyor

Televizyon başında uzun süre zaman geçiren, anne-baba sevgi ve ilgisinden yoksun, bakıcı ile büyüyen çocuklarda öğrenme ve davranış bozuklukları ortaya çıkıyor.Hacettepe Üninersitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Hastalıkları uzmanı ve Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof.Dr.Murat Tuncer, son zamanlarda Türkiye' de, çocukların davranış ve öğrenme bozukluklarının yaygınlaştığını söyledi.


Uluslararası Pediatri Kongresi'nde sorularımızı yanıtlayan Tuncer,' Çocuklarını bakıcılara teslim eden ailelerde ' bakıcı kadın sendromu' dediğimiz bir sendrom ortaya çıkıyor. Bu sendrom bakıcılarından yeterli ilgiyi göremeyen çocuğun sürekli televizyon, reklam ve klip izlemesine, çeşitli takıntılarının ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu da çocukların konuşmalarının gecikmesine, 18-24 aylık olan bir çocuğun sadece 5-10 kelime konuşmasına neden oluyor, davranış ve öğrenme bozukluklarını da beraberinde getiriyor' dedi. Tuncer, ' Çalışan anneler, çocuklarını bakıcıya teslim edeceklerse ara sıra eve gelerek çocuklarının nasıl eğitildiğini kontrol etmeli, dokunarak temas ile onlara sevgilerini aşılamalılar. Çocuğun bakıcısını sevip sevmediğine de dikkat etmeliler.' dedi.

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi

30 Nisan 2009 Perşembe

BEN YANDIM


Eren nerdeyse bir aydır emekliyor. İlk zamanlar oyuncaklarını falan unuttu, yüzlerine bile bakmadı. Evi turlamaya çıkıyor uyanık olduğu tüm zamanlarda. Sadece yemek yerken mama sandalyesine oturtuyoruz. O da zorla. Kıyameti koparıyor oturmak istemiyor. Kucak da istemiyor. Bırakın evi gezeyim istiyor. Önce bir göz atıyor nerde ne var, neyi alırım-atarım, neyi tutup kalkarım, neyi kurcalarım diye. Sonra başlıyor pat pat küçük elleriyle koşturmaya. Tabii gün boyunca ben de beraber emekliyorum: Kafasını çarpar, düşer falan diye peşindeyim.

Bu dönemde her tarafı yumuşacık halılarla kaplı, etrafta çok şeyin olmadığı bir yerler hayal ediyorum. İstediği yöne gitsin, kafasını, gözünü çarpacak sert hiçbir şey olmasın.


Ama sanırım bu dönem kısa sürecek, bugün baktım tutup kalkınca adımlarını atmaya başladı. Bakalım yürümeye başlayınca ne yapacağız?

Bu yüzden ben yandım diyorum kendi kendime.

27 Nisan 2009 Pazartesi

TARÇIN

Tarçının nesini anlatayım diye düşündüm ilk önce. Onu bilmeyen de yok, kullanmayan da. Sütlü tatlıların, aşurenin vazgeçilmez baharatıdır kendisi. Yine de kendi bildiklerimi ve uyguladıklarımı söylesem, en azından hatırlatmış olurum bir kez daha diyerek yazmaya başladım.



TATLI NİYETİNE

Bir dilim ekmeğin üstüne biraz bal sürüp, üstüne tarçın gezdirip, üstüne de bir ceviz içini koydunuz mu, işte size sağlıklı bir tatlı. Hem tatlı isteği geçiyor, hem hiçbir zararı yok. ( yani şişmanlatmaz falan. ) Faydası da artısı.

NELERE İYİ GELİYOR

Kan şekerini düşürdüğünü yıllar önce okumuştum. Ses tellerinde ve boğazında şikayeti olanlar için faydalı. Hem tedavi ediyor, hem de önleyici. Tarafımdan denenmiştir. Mide için de faydalı, hazmı kolaylaştırır, gaz söktürür. İştah açar. Rahatlatıcı etkisi de var.



KAYNAR GİBİ ÇAY

Evde kendimizi yorgun hissettiğimizde, ya da üşüttüğümüzde yaptığımız bir çayımız da var. Bu çay rahatlatıyor, yorgunluğu alıyor, hele soğuk algınlığı döneminde insanı dinçleştiriyor. İçimi de nefis baharatı sevenler için. Zaten her biri çok faydalı olan bu baharatlar bir arada olunca etkisi de çok yönlü oluyor.
Sadece kabuk tarçını kaynatarak da çayı yapılabilir. . .

Bizim yaptığımız şöyle:

Bir iki adet kabuk tarçın
Bir parça zencefil ( çekilmemiş )
Bir kaç adet karanfil
Bir parça havlucan
Bir tutam ıhlamur
Hepsini küçük bir tencerede biraz suyla beş dakika kaynatın, süzün ve afiyetle için.
Şekersiz içilmesi daha iyidir.
İstenirse ılıyınca bal konulabilir.
Ama biraz sıcak içilmelidir.